Thursday, December 17, 2020

HAYVANLAR

Ben kalpsiz biri değilim. Hayvanları da severim. Ama uzaktan. 

Canlarını yakmadan. Çocukken bana armağan edilen bir kuşum vardı. (Coni) idi adı. 

Bir gün babam götürdü beni bir arkadaşına,

Evin bir odası ayrılmıştı kanaryalara. İçeride kuru ağaç da vardı. Kuşlar ötüşüp uçuyorlardı. Bazıları da dallarındaki minik sepet yuvaları seçmiş oturup dinleniyorlardı.

Birinin resmini yaparsan eğer o kuşu sana veririz dediler. Çocukluk işte. Gözüm kalmış hepsinde. Özenle yapacağım resim güzel olsun istedim. Sevinçle kağıdı kalemi aldım. Çünkü ileride ressam olacaktım. Desenimi beğendiler. “Bir kuş seç bakalım” dediler.  Rastgele parmağımı uzattım uçan kuşlara. Artık hangisi olursa...

Böylece “Coni” isimli kanarya tutuldu. Benim oldu. İçtenlikle onu evimize getirdik. Coni’nin kafesi özenle seçilmişti. Büyük ve güzeldi. Boldu suyu yiyecek yemi. 

Herkes onun yanına gidip konuşunca sadece “cik cik” ediyor ağlarcasına.

Bir derdi mi vardı acaba?

Onun bu durumu üzüntü veriyordu bana.


Küçük bir çocuktum kurak yerde yaşıyordum. Balık nedir bilmiyordum. Evimizde bir ay kalacak sonra sahibi gelip alacak.

Bize emanet ediliyor, korumak gerekiyor. Ben sevindim “Arkadaşım olur” dedim.

Onu içi su dolu kavanozla getirdiler. Bir kutu balık yemi bırakıp gittiler. Koşula uygun büyük derin cam kova bulundu. İçine su dolduruldu. Balık özenle yeni yerine konuldu. Ama yorgun görünüyordu. (Balık) denen konuk bu muydu? Uzaktan inceledim onu. Kırmızı rengi, iri siyah gözleri, saçak gibi yüzgeçleri, üçgen biçimli geniş yayvan kuyruğu ile güzel görünüyordu. Merakım giderilmiş oldu.”Hoş geldin” deyince susup durdu öylece. O zaman ismini öğrenmek istedim. Galiba işitilmedi sözlerim. Herhalde anlamıyor dediklerimi. Ama niçin ülkesei olabilir mi Japonya ya da Çin? 

Ona isim vermeyi denedim “Bal Balık” olsun adı dedim. Lankin yine alamadım ondan bir yanıt. Acaba dilsiz olsaydı olur muydu bir kayıp?

Balığın bu durumunun başka bir nedeni olmalı. Belki bir derdi vardır, sormalı. Fakat iki kara gözleri bakıyor hep aynı yöne sanki. Hiç algılamıyormuş gibi. Oysa verirken ona özel  balık yemini, hevesle yapıyordum görevimi. Çünkü alışmış sevmiştim onu. Anlasın istiyordum bu durumu. İlgiyle izliyordum her hareketini, Bal Balık yüzüyordu sıkıntılı gibi.

Sordum “Derdin mi var hadi söyle”. Bak sen emanetsin yakında gideceksin. Yeni yuvanda sevgi göreceksin, eğleneceksin. Seninle aynı dili konuşan arkadaşların komşuların ile unutursun beni de. Üzülme artık sevgili Bal Balık. Bir işaretin olsun bana yanıt. Baktım geldi, kovanın camına doğru yanaştı. Kuyruğunu ise sallıyordu selam verircesine. Anladım konuşmak değil tek kanıt, yararlı özverili arkadaşlık için. Önemli olan yüreklerde beyinlerde içtenlikle yer alan hisler düşünceler ve ahlaktır. Her türlü canlı varlık isterse olsun bir balık. Bulur kendine layık. Sevilmeğe yardım görmeğe. Bu her tür hayvanın hakkıdır. Yaşam bunu emreder, insan olursak eğer...


RESSAM NİHAL EREM

Aralık 2020 Maltepe - Istanbul

Akasya Bakım Merkezi


Monday, March 23, 2020

Sanatta Engel Yok Derneği;


Çok değerli bir girişim olan ‘’Sanatta Engel Yok Derneği’’ nin kurucu başkanı 
Sayın Ressam Yasemin Zanbak Hanımefendiye ve sayın üyelerine;
                                                    
Yokluğu çok hissedilen bu kavrama ilgi çektiniz.
El uzattınız.
Kendim ve engelli sanatçılar adına teşekkür ediyorum.

Dünya çapındaki bu tehlikeli ve karmaşık dönemde, ulusa ve kişilere, bunalımdan çıkış yönü olarak sanatı işaret ettiniz. 

Bunun zor olmadığını derneğin adı açıklıyor. Sanatın her koşuldaki insanı ilgilendirecek türleri var. İçten gelen duygu, yakınlık duyulan konuyu belli ediyor. Kişiye özgürlük veren bu dernek aracılığı ile, sizler de topluma yardımı üstlenmiş oluyorsunuz. 

Başarınız iki yönlü. Dernek sanatı yayacağı gibi, bireyleri estetik açıdan ve fikren yaklaştırıyor. Yozlaşmayı önlüyor. Aslında insanlar var olduklarını kanıtlamak için, bir iz bırakmak isteseler de, bunun bilincinde değiller. 

Oysa sizler bu dernek ile sanata başlama engellerini yıkıyorsunuz.

Yapıtın bir şaheser olması beklenmiyor başlangıçta. Heves, umut, gayret ve sabır önemli. Lakin sevilen bir konuya bağlanan kimse, gereken çalışmaları hoş buluyor. 

Derneğe olan ufak katkım için gönderdiğiniz çok nazik mektuba, içten gelen teşekkürümü, 
tebrik ve iyi dileklerimi de kabul etmenizi rica ediyorum. 

Kişileri ulaştırmak istediğiniz, bu ruhsal seviyenin gerçekleşmesini dilerim.

Hürmetlerimle

Ressam Nihal Erem
İSTANBUL
23 Mart 2020

Saturday, April 6, 2019






Thonet   (1924- ...)


ESKİ BİR SANDALYEDEN ANILAR

Bazı öyle eşyalar vardır ki içinde yer aldığı eski ailenin kişileriyle bütünleşmiştir. Onlara üç nesil boyu hizmet vermek ağır gelmemiştir. Ben onlardan biriyim.
Aslında şanslıydım. Yapıldığım ülkenin atölyesindeki ustalar bana ve arkadaşlarıma özen gösteriyorlardı. Tabiattan gelen ağaçlara form verilmesi, birleştirilmesi, cilalanması, tabliyelerinin hazeranlanması özenle yapılıyordu. Bize ‘Thonet’ ismini uygun bulmuşlardı.
Dünyanın her yanından talep geliyor ve ihraç ediliyorduk.
Ben 1923 yılında İstanbul’a gönderildim.
1924 senesinin Ağustos ayının ikinci haftasıydı. Çağdaş giyimli bir erkek ile yine öyle görünen genç bir kızdan oluşan çift tanıma geldiler ve beni incelediler. Sonra başka modellere bakmadan gittiler. Ertesi gün ben ve 11 arkadaşımla birlikte Beyazıt’ta üç katlı ahşap fakat elektrikli, bahçeli büyük sayılabilecek bir eve gönderildik. Artık orada kurulacak yeni ailenin bir üyesiydim.
20 Ağustos 1924 günü o dönemin geleneklerine göre imam geldi aile erkeklerinin şahitliği ile Mustafa Bey ile Ayşe hanım eş ilan edildiler. Ben ve arkadaşlarım da böyle sade bir tören ile kurulan yeni yuvada yerimi aldım. Yemek işini Beyazıt’taki bir lokantaya abone olarak, bulaşık ve temizlik işleri için ise yardımcı Hanife hanımı işe alarak bu yeni ve  sevecen ailenin gündelik sorunlarını Mustafa Bey bir mühendis olarak çözmüştü. Zira Ayşe Hanım çalışan bir öğretmendi, kalabalık bir ailesi vardı. Öğretmen okulunda yatılı okumuştu. Ev işlerini bilmiyordu. Mustafa Bey ise yurt dışında okumuş mühendis olarak dönmüş, sanayi dalında ders veriyor Belediyede önemli konularda danışman olarak görev alıyordu.
Yemekler lokantadan gönderilen listeden seçiliyordu. Yemeklerin lezzetinde alışılan damak tadına bir türlü ulaşılamıyordu. Ayşe Hanım evlilikten kısa bir süre sonra yemeklerin adını bile duymaz hale gelmişti. Miğde bulantıları yaşıyor odasında istirahat ediyordu. Okulu bırakmak zorunda kaldı. Evde misafir kalan genç ile Hanife Hanım’dan başka kimse kalmamıştı.
Mustafa Bey görevli olarak dış ülkelerde araştırmalar yapıyordu. Sık sık mektuplar gönderiyordu. Ayşe Hanım’ın ailesini de tanıdım. Kız kardeşleri de öğretmen olmuşlardı. Küçükler lisedeydiler. Anneleri de kızını yoklamaya geliyordu. Fakat yaşam eski canlılığını kaybetmişti. Ben Mustafa Bey’in arada sırada gelen kız kardeşlerini ve ailelerini de tanıdım. Hepsi birbiriyle anlaşan kalabalık bir aile grubu oluşturmuşlardı. Ayşe Hanım’ın hastalığı birkaç ay sürdükten sonra yavaş yavaş geçti odasından çıktı aşağı indi. Sofralar kurulmaya başlandı. Mustafa Bey seyahatten döndü. Ekim ayı gelmişti.
Evde telaş vardı. Doktor Beyin ziyareti sıklaşmıştı. Nihayet Ekim Ayının sekizi olmuştu. Doktor Beyin işareti üzerine, hazır bekleyen hanımlar gerekli yardımları yapmışlar ve gece yarısını takiben dokuz Ekim gününün müjdesi olan bir kız bebek temizlenip giydiriliyordu. Doktor gözlerine 3 damla limon suyu damlatıyordu.
Ailenin ilk bebeği heyecanla bekleyen babasının kucağına veriliyor, Hanife Hanım’ın deyimiyle ‘Babiş’ aileye katılışı büyük ilgi topluyordu. Dolayısı ile kalabalık ve sevecen bir ailenin diğer kişilerini tanıdım. Anneanne, teyzeler, halalar, kuzenler, dayı ve enişteler. Bana ve arkadaşlarıma görev düşüyordu.
Babiş doğalı üç ay olmuştu ki Ayşe hanım yeni bir bebek beklediğini fark etmiş. Ama Babiş’te çektiği sıkıntılar gibi zorluklar yoktu. Babiş’ten tam bir yıl 3 gün sonra 12 Ekim 1927’de ‘Aliş’ bebek aynı aynı koşullar ve heyecanla aileye katıldı. ‘Aliş’ anneye çok düşkündü. Babiş’in sakin ve düzenli bir yaşamı var, kardeşiyle ikiz gibi büyüyorlar.
Babiş dokuz aylıktı. Mustafa Bey bana güvendi Babiş’i oturttu ve bahçede fotoğrafımızı çekti. Mustafa Bey bana yandan ilkişmiş. Halde ayakta durmaya başlayan kızını korumaya almak için sarılırken çekilmiş resimleri olmalı. Onlar benim de varlığımın belgeleri. Zira hep beraber yaş aldık. Birbirimizden kopmadık. Sağlık durumlarını korumak üzere doktor önerisiyle gidilen yazlıklarda bir şey değişmezdi. Ailem neredeyse ben de oradaydım.Çünkü misafirler çok olur, çamların altına kurulan uzun masaların çevresi konuklarla dolar şen kahkalar atılırdı.
Babiş’le Aliş büyüdüler. Okul dönemleri başladı. Aliş yabancı okulda okudu. Sonra Mimar oldu. Üniversitede projelerini çizerken geçen uzun saatler masasının başında onunla beraberdik. Ailenin ikinci neslinin büyümelerine tanık olmuştuk. İki kardeş de resim yapmayı severdi. Seyahatlerinden dönen babaları suluboyalar fırçalar getirirdi.
Göerevlerinde başarı ile yükselen Mustafa Bey. Eğitim alanında verdiği derslere hiç ara vermiyordu. Aile ortamında manevi koruyuculuğunu sürdürecek ölçüde toplu bir ev yaptırdı.
Aile topluluğu ve hepimiz yeni evimize taşındık.
Yerleşmemiz zaman aldı. Fakat yeni gelen sandalyaların yanında küçük görülmedik. Onların görevi başka yerleri ayrıydı. Aileden biri olma duygum devam edecekti.
Babiş yuva kuruyor, eşi de bir mühendis. Babiş aile bağını koparmadı. Yakında aileme hizmet vereceğim üçüncü neslin geleceğini öğrendim.
Babiş bebeği beklerken son iki ayını burada geçirdi. Rahatsızdı. 1955 senesi sonunda bir oğlu oldu. Hastaneden evine çıkınca ilgi odağı oldular. Aliş ise yabancı ülkede çalışıyordu. Bütün aile iyiydi. Bebek altı aylıktı. Babiş hep beraber yazlığa gitmeyi önerdi. Yer bulundu hazırlıklar başlamışken Mustafa Bey kalp krizi geçirdi  aramızdan ayrılması büyük kayıp oldu. Yazlığa gitme programı bir yıl sonraya kaldı.
1958 yılı başında Babiş’in ikinci oğlu dünyaya geldi. Artık ailenin üç nesli hep beraberdik. İster baba evi olsun, ister yazlık, Ayşe Hanım ve kardeşleri Babiş’in ailesi ile bir bütün olmuşlardı.
Ben ve Asiye Hanım onlarla olmaktan hoşnuttuk. Torunlarımız büyürken yaptıklarını izlemek ilginçti.
Zaman çabuk geçiyordu. Aliş de yurda dönmüş ve evlenmişti. Yazlıkta birleşmek eski günleri hatırlatıyordu. Şimdi ise Babiş’in oğulları okullu olmuşlardı. Yakında meslek sahibi olacaklardı. Aliş’in oğlu ve kızı daha küçüktüler. Fakat oğlu okula başlamıştı. Ailenin ilk üyelerinden olan ben, Ayşe hanım ve kardeşleri yaş alıyorduk. Ama dinç sayılırdık. Babiş resim yapmaya devam ediyordu. Büyük oğlu genç yaşta yuvasını kurdu. İki kızı oldu. Babiş artık babaanneydi. Küçük oğlu da üniversitenin sonunda kız evlat sahibi oldu. Ailenin dördüncü kuşağını da tanımış oldum.
Babiş’in üç kız torunu ve Aliş’in bir kız bir oğlan torunu olduğunu biliyorum.
Benim katıldığım ailenin kişileri hem akıllı hem de iyi ve yararlı kişilerdi. O döneme ait kişileri rahmetle hatırlıyorum. Ailenin ilk nesil büyükleri Ayşe Hanım ve kardeşleri uzun sayılan ömürlerini acı çekmeden sona erdirmiş oldular.
Torunları sevdiler yardımcıları hayırlı anılarla andılar. Genç yaşta vefat eden Hanife Hanımı unutmadılar. Çok emeği geçen Şayan Anne, güzel yemekleri ile uzun yıllar bütün aileyi ve misafirleri ağırlayan güler yüzlü Asiye Hanım rahmetle anıldı.
Ben itelenmedim. Ben o aileden biriydim. Zamanın etkisi ile bazı sağlık sorunları yüzünden yıpranmalar olmuştu. Ben 1924’ten beri hizmet ediyorum.
Aliş’le eşi az ara ile üç yıl önce vefat ettiler. Babiş şimdi 93 yaşında. Beş sene önce iyice azalan görme yetisi üzerine ani bir kararla bakım evine geçti. Evlatlarının bütün ilgisi ve özel hemşiresi Altın Hanımın gösterdiği özenle kendisini iyi hissediyor.
En önemlisi ikinci oğlunun Amerika’dan getirdiği elektronik bir ekranla okuyup yazabiliyor.
Babiş evinden çıkarken bütün eski eşyalarını geride bırakmıştı. Ben de onlar arasındaydım. Karar oğullarınındı. Eski eşyalara ve aile anılarına meraklı olan küçük oğlu bütün emekleri ve masrafları göze aldı. Hepimiz elden geçirildik.
Ve Amerika’daki evine yollandık. Şimdi ben Amerika’da Babiş’in küçük oğlunun evinde huzur içindeyim. Eşi bizlere özen gösteren, Babiş’in kızı kadar sevdiği gelininin de bize verdiği değer hepimizi mutlu etti.

Thonet’in ağzından 2 Nisan 2019 tarihinde Ressam Nihal Erem tarafından kaleme alınmıştır.


.


Wednesday, February 27, 2019











































Ord. Prof. Dr. Mustafa Hulki Erem



Osmanlı İmparatorluğunda, medreselerde ders verenlere müderris ünvanı tanınıyordu. Bu kavramın bugünkü karşılığı (Üniversite Profesörlüğü’)dür. Önce asistanlık, doçentlik gibi evrelerden geçildikten sonra Profesör olunuyor.
Eskiden yüksek okullarda da ders vermiş olanlara müderrislik hakkı verilmişti. Fakat sonra değiştirilen o sistem yerine müderrislere kazandıkları önceliğe mukabil (Ordinaryüs Profesörlük) payesi uygun görüldü.

1956 yılının 1 Ağustos gününde İ.T.Ü.’deki ikinci dönem rektörlüğünün devamı esnasında kaybettiğimiz babam da Ord. Profesördü. Fakat Ord. Prof. Doktor dendiğini bilmiyordum. Tıp doktoru olmadığı kesindi. 

Babam Mustafa Hulki Erem, Türkiye’nin ilk elektrik mühendislerinden olmasının yanında bir eğitimciydi.

Yazdığı bir matematik kitabı doktorluğunun nedeni olmalı diye düşünürken, babamı çocuklarıma, torunlarıma onu daha özellikleriyle tanıtma fikrini uyandıran etken, dedesinin vefatından sonra doğan oğlum; M. Faruk’un ve sevgili eşi Ayşen’in teşviki oldu.

Babam olgun kişiliği ile övünmekten boş konuşmadan hoşlanmazdı. Bu yazacaklarım de abartısız gerçekler olacaktır.

Üstün nitelikleri hayatı boyunca yaygın olarak biliniyordu. Ben kendimce anlatıyorum, hoş görün.

Babam 1888 yılında Gelibolu’nda doğmuş. Babası ‘Ali Efendi’ Gelibolu Mevlevihanesi’nde Vekil Harç’mış.

Annesi ‘Gülsüm Hanım’ın anlattığı olaylara dayanıp doğduğu ayı ve günü 18 Mayıs olarak saptamış. Sonra eski takvimlere bakmış ve yanılmadığını anlamıştı. Hesabı kanıtlanmıştı. Bir ağabeyi, ablası ve küçük kız kardeşi vardı. Babaannemiz Gülsüm Hanım, çocukları Nadire, Mustafa ve Müvedet ile birlikte büyütüyor.

Böylece iki nesil arasındaki fark azalıyor. Meliha Abla’nın Çocukları; Handan,  İsfendiyar ve benimle kardeşim ‘Nejat Erem’ çağdaş oluyoruz.

Mustafa duyarlı, uysal, akıllı, öğrenmeye meraklı bir çocuk. İlk anısı, küçükken alınan bir ayakkabıdan hoşlanmadığı için bir tekini kaybetmesi olmuş. (Ben ise bu davranışın, kimseyi üzmemek için yapılmış bilinçli bir hareket olduğunu düşünüyorum.)

Biraz büyüyünce bir saatçinin çalışmalarını izlemiş. Yıllar sonra işlemeyen saatimin çarklarının yağlanması için bir küçük fincana koyduğu benzine birkaç damla ince makine yağı akıtmış ve saatimi içinde bekletip çıkarmıştı. Yağlanan ve çalışan saatimin, küçüklüğünden kalma bilgi ile düzeldiğini söylemişti. Bilgi kullanarak kolaylık ve doğruluk yolunu gösterirdi.

Yünle örülmüş bir bebek patiğinin nasıl yapıldığını biraz inceleyip, kardeşine öğretmişti. Bir el işi dersi ödevimde, uğraştığımı görünce ;
‘Neden soldan başlamadın? Diye sorması aklımdan çıkmaz. Sonradan, o kadar basit gördüğüm çözümü fark etmeyişim, hayata genel bakış açımı etkileyen bir faktördü. Oysa bir işin yapılış süresindeki estetiğe de önem verirdi. 

Örneğin; ‘Eline iğne yakışıyor’ yahut ‘Annem kepçeyi güzel tutardı’ diye nitelerdi. Her hareketini bilinçli ve özenle yapardı.

Mantığının üstünlüğünü ve bilgisinin delili olan bir anektodu anlatmadan geçemeyeceğim. Bir gün, zeki ve iyi bir mühendis olan kuzenim ‘Vedat İnal’ bize geldi. Zaten evlerimiz karşı karşıyaydı. Aile bağlarımız kuvvetliydi. Vedat çözümünü bulduğu meslek probleminden söz edecekti. Babam ise gözlüğünü almak için bitişik odaya gidip geldi. Vedat problemi çözüm tarzını açıkladı. Babam gülümseyerek tebrik etti. Ancak ‘daha kolay bir yolu var, sen sağ elinle sol kulağını işaret etmişsin’ dedi. Sonra bunu çok eskiden beri bilmekte olduğunu ifade etti. Vedat attığı kahkaha ile eniştesine hayranlığını ve sevgisini gösteriyordu.

Babam bütün insani ilgileriyle birlikte geniş bir aileyi ve dostlar birliğini koruyordu. Çocukluk çağından itibaren çevresine dikkatli ve özenliymiş. Babası, bademli irmik helvasını çok severmiş. Annesi de güzel yaparmış. Bazen akşam yemeği geç kalacak kuşkusuna kapılan anne, eşinin eve geleceği saate göre helva kavurmaya başlarmış. Küçük Mustafa da annesini izlerken malzemelere, ölçülere ve nasıl yapıldığına bakarmış. Seneler geçince miktarları kesinleştirmiş. Babam iyi bir öğrenciymiş. Öğretmeni de onu sevdiği için Mustafa ismine Hulki’yi eklemiş ve öyle de tanınmış. Soyadı kanunu çıktığında evimizde sözlüklerde, Türkçe, kısa ve kolay bir kelime aranıp ‘Erem’ seçildiğini hatırlıyorum. Metodik yapısı ile iş yapardı.

Okul bitince, babam (Mühendishane-i Berri-i Hümayun)’a yazılıyor. (Şimdiki İTÜ). O zaman askeri okul statüsündeymiş. Gerek giyim, yiyecek, yatacak sağlanması, hatta tempolu bir meydan dayağı ve sırayla padişaha yemek örneği götürenin karnını doyurup giderken de bir altın hediye verilmesi usulü varmış. Cezalar izinsiz bırakmakla başlarmış. Meydan dayağı herkesin gözü önünde yere yatırılarak bir değnekle pantolon üzerine vurularak yapılıyormuş.
Babam bazı izin günlerinde, İstanbul’da Kasımpaşa’da oturan ve deniz kolağası olan dayısının evine gidermiş. 

Sonra okulda sınavlar açılıyor. Avrupa ülkelerinde eğitim görme şansı beliriyor. Babam başarılı olanlar arasında, Belçika’da ‘Liege Üniversitesi’nde Türkiye’nin ilk elektrik mühendisleri olmak üzere yola çıkan genç arkadaşlar ortam değişikliğinin farkındalar. Hiç değil ise fes giymek istemiyorlar. Karaköy’deki mağazanın yolunu tutuyorlar. Satıcı onları moda diye inandırarak ekose  ‘Natpinkerton’ kasketleri satıyor. Tabii orada giymek üzere valizlerine koyuyorlar. Sirkeci garında yabancı bir ülkeye bilinmez bir geleceğe götürecek vagondaki yerlerini alıyorlar. 

Arkalarında sallanan bir mendil görüntüsü olmadan, düdük sesi ile tren harekete geçiyor.
Uzun yolculukta, Sirkeci’de trene binmiş olan Musevi tüccar, akıllı görünen bu sempatik gençlerin neden ticarete yönelmediklerini merak ediyor. Biri ‘sermayemiz yok’ diyor. Musevi tüccar ‘On liranız da mı yok?’ diye şaşırıyor. Sonra kısa ve öz bir ders veriyor. ‘İlk önce tüm paranı bir işe yatırma, yanılabilirsin. Başka bir şey denersin. Yine mi olmadı? O zaman sen nerede yanlış yaptığını düşünmüş olursun ki, bu tür davranış bütün hayatı etkiler’ demiş.


O dönem mühendisleri tüccar olmadılar ama vatana hizmet ettiler. Müteahhit olarak kazandılar hem de kazandırdılar. Babam ise yeni fen adamları, mühendisler yetiştirmeyi seçti.
Liege’e gelince giydikleri kasketlerin moda olmadığı anlaşılmış. Bindikleri fayton yan sokakta bir kapının önünde indirmiş. Çevre öğrenci bütçesine uymaz gibi görünüyormuş. İlk işleri biraz alışveriş yapıp kasketlerden daha uygun bir şeyler almak olmuş. Adresi vermişler. Birazdan çok büyük bir binanın önünde durunca yanlış geldiklerini anlamışlar. Sonra da bir an önce devamlı kalacak yer bulma derdine düşmüşler.

Babam iyi bir ailenin yanına yerleşmiş. Eğitimine orada devam ederken Fransızcasını ilerletmiş. Beş senelik üniversiteyi dört yılda bitirip elektrik mühendisliği diplomasını alarak mezun olmuş. 

Ailenin ‘Paul’  adındaki oğulları babama bir ağabey gibi davranmış. Seneler sonra babam ziyaretlerine gidince, Paul babamı kucaklayarak ayaklarını yerden kesmiş. 

Babam 1.72 boyunda 75-80 kilo kadardı. Hep de öyle kaldı. Hiçbir konuda aşırıya gitmekten hoşlanmazdı. Topluluklarda içki içerdi Fakat özel bir keyif almadığını söylerdi. Sigaraya Tekel’in Cibali’deki Fabrikası’nın seçimi ve kuruluşu sırasında başlamış. Günde birkaç tane içerdi. Yemek seçmez çok yağlı olmamasını tercih ederdi. Gece baş ucunda termos içinde su dururdu. Gündüz herkim onu boş bırakmamalıydı. Suçlamadan yaptığı nazik hatırlatma şiddetli azardan daha etkili olurdu. Çocukların yetiştirilmesinde şevkatle disiplin birlikteydi.

Gerek kişiliği gerekse toplum saygısı dolayısı ile temizlik kurallarına bağlıydı ve traş olmayı ihmal etmezdi. Saçları dökük gözleri elaydı. Çalışkandı. Yardım severdi. Bir kamil insandı. 

Yurda dönerken yanında cam üstüne resim çeken fotoğraf makinası getirmiş, anneannesinin, annesinin ve kız kardeşinin gelinlikli görüntülerini belgelemişti. Bu cam negatifler Oğlum Faruk Sile’de duruyor. Yurda dönünce ilk önce Konya’nın Cumra kazasına kadastro mühendisliğine atanmış. Kısa süre sonra İstanbul’daki Sanayi Mektebi’ne matematik ve isad makineleri hocalığına tayin ediliyor. 

O dönemlerde annesi çaresiz bir felç geçirerek İstanbul’a geçme kararı alıyor. Şehzade başında bir ev tutup yerleşiyorlar. Babam da Beyazıt’ta bir ev kiralıyor.

Kısa bir zamanda anneanne vefat edince. Müveddet Hala evleniyor. Osman Enişte’nin evine gidiyor. Babam da Nadire Ablası ile bakılması gereken annesini Beyazıt’taki eve alıyor. Babaannem felçli ama aklı başında bir hanım. 36 yaşına yaklaşan babamın evlendiğini görmek küçük torunlar sevmek istiyor. İlk torunu Meliha Abla’yı kendi çocuğu gibi büyütmüş. Yeni gelininden olan Enis, Süreyya kızı Nadire’nin oğlu Suat, kızı Mukadder’le büyümüşler.
Babaannem haklı. Babam yuvasını kurmalı. Ama nasıl?

Vatana yeni dönmüş çevresi dar acele edip yanlış karar vermek istemiyor. Babam artık bir meslek sahibi. Cumhuriyeti kalkındıracak olan Sanayi Mektebi’nde yeni arkadaşlar ediniyor. Tarih Hocası Ali Ekrem Bey yeni nişanlanmış. O da babamla aynı yaşta. Yani sosyal durumlarına göre çok da geç kalmış değiller. Ekrem Bey anlatıyor. Nişanlısı ‘’İnas Darülfünunu’u bitirip atanan ilk kimya öğretmeni Efser Besim Hanım. 

Artık Cumhuriyet var. Kızların öğrenimi çok önemli. Ancak Besim Bey kızı Efser’i kız üniversitesine gönderecek kadar aydın fikirli bir İstanbullu baba. Dört kızı daha var. İkinci kızı 1901 doğumlu Saliha Besim’i de Çapa Kız Muallim mektebinde yatılı okutuyor. Diğer kızları Saadet, Mahfuze ve Vedia ise İstanbul Kız Lisesi’ne devam ediyorlar.

Efser Hanımla Ekrem Bey, iki öğretmen olarak ‘İstanbul Kız Lisesi’nde tanışıp nişanlanıyorlar. Babam bu anlatılanlara ilgi duyunca nişanlısına babamı Saliha Hanım’a yakıştırdığını söylüyor. Efser Hanım önce babamın ilk tepkisini görmeden  Saliha’ya bir şey söylemeyelim diyor. Ve plan yapılıyor. 

Plana göre iki kız kardeş, Karaköy Meydanı’nda tramvay bekleyecekler. Ekrem Bey de uzaktan gösterecek. Unutmayalım ki 90-95 yıl öncesinin sosyal kurallarını söz konusu ediyoruz. Babam Bankalar Caddesi Yokuşu’ndan inmekte olan tramvaya durağa gelmeden biniyor ve sahanlıkta bekliyor ve eşi olmasını dilediği genç kızı yakından izliyor.

Saliha; ince uzun, yeşil gözlü, kumral, zamana göre çağdaş giyimli, Musevi okulunda Türkçe öğreten 23 yaşında bir kızdı. Önemli olan aranılan niteliklerin bulunmuş olmasıydı. Sevgili babam ve annem bu mutluluğu ömür boyu sürdürme sözünü ‘’20 Ağustos 1924’’ te veriyorlar.

O ara Besim Bey vefat ediyor. Yeni katılan damatlar, gelinler, torunlarla aileler çoğunluğu öğretmenler olup, sanki bir klana dönüşüyorlar. Babamla Ekrem Enişte bacanak oluyorlar. Efser teyzem emekli oluncaya kadar kimya hocalığı yapıyor. Eniştem İstiklal Lisesi’nin Müdürü oluyor. Şehzadebaşı’nda kendi evlerini yaptırıyorlar.




Annemle babam Beyazıt’taki evde yaşamı sürdürürlerken, babam bir çok hizmetlerle beraber, 42 yıl aralıksız Mühendis Mektebi Müderrisliği yapıyor. Bugünkü İTÜ’de Ord. Prof. Oluyor. Fen müşaviri olarak bir çok fabrika ve tesisin seçiminde kuruluşunda görevlendiriliyor. 

İstanbul Belediyesi’nde ‘’Mezbaha Kesim Evi’ ’nin, ‘’Tekel Cibali Sigara Fabrikası’’nın kuruluşu gibi birbirinden farklı işleri aynı zamanda yapıyor. Çoğu kez yabancı şirketlerin Belediye’ye devir edilmesi işlemlerinde komisyonlarda teknik bilgisine baş vuruluyor ve dış ülkelere inceleme yapmaya gönderiliyor.

Annemle mektupla haberleşiyorlar. En önemli haber annemin aşermesi. O naz yapan bir kadın değil. Ama önerilen hiçbir yemeği yemek istemiyor. Canının çektiği bir şey de yok. Yiyecek lafı olmasın yeter. Bu durum bir iki ay devam edip geçiyor. Annem rahatlıyor. Annemin annesi Nahide Hanım ile Babamın annesi Gülsüm Hanım ve bütün aile doğacak bebeği heyecanla bekliyorlar.

Babam çocukları çok seviyor. Kız kardeşi Müveddet Hala’nın kızı Fatma Aliye hakkında bir çok anıları var. Şimdi de kendi çocuğu olacak. Doğumu Dr. Eyüp Aksoy evde yaptıracak. Her şeyin normal olduğunu söylüyor. Babam heyecanlı, vakit gelmiş. Daha evvel baba olmuş arkadaşları ‘’Telaşlanma hemen olmuyor’’ diye teselli ediyorlar.



Takvim ‘’9 Ekim 1926’’yı gösteriyor. Saat 00:30’da anneciğim ve babacığım bir kız evlat sahibi oluyorlar. Doktor Eyüp Bey gereken işlemleri yaptıktan sonra gözlerime birer damla limon suyu damlatıyor. Herhalde bağırmışımdır. Sonra ismim konulmuş; Emine Nihal.

Ertesi sene takvim 12 Ekim 1927, yine heyecan yaşanmakta. Doktor Eyüp Bey Ali Nejat’ı müjdeliyor. Biz ikiz gibi büyüdük. Sevgi ve şefkat içerisinde yetiştirildik.  O zaman aile bağları çok. Müveddet Hala’ nın ikinci kızı Hüda da Beyazıt’taki evde dünyaya geliyor. Zaten bütün aile çocukları; Efser Teyze’min oğulları Vedat ve Sedat, Mahfuze Teyze’min oğlu Bülent hep evlerde Doktor Eyüp Bey’in yardımı ile doğmuşlardı. Bugün ismi geçenlerin hepsini rahmetle anıyorum.

Biz 4-5 yaşlarındaydık. Akşam babam eve gelince ‘’Kimi kimleri…’’ diye kollarını açar bizde kucağına sarılırdık. Yine o günlerde babaannem Müveddet Hala’mın Fatih’teki evinde yatıyordu. Ziyarete gitmiştik Eliyle beni yanına çağırıyordu. Garip bir çekingenlikte yerimde kalmıştım. Sonraki gidişimizde babaanne’min karyolası orada değildi.

Nejat bana göre daha narindi. Astımı vardı. Krizi tutunca ilacı verilirdi. Galiba acıydı. Bir kış gecesi Beyazıt’taki evde annemle babamın odasındaydık. Nejat ilacın üzerine ağzına bir şeker atmıştı. Öksürürken şeker boğazına kaçtı. Nefes alamıyordu. Babam hemen ayağa kalktı. Nejat’ı ayak bileklerin tutarak baş aşağı çevirdi. Ve bütün gücü ile silkeledi. Kardeşim kurtulmuştu. Babam babalığını kanıtlarken annem ağlıyordu. O sahne hiç unutulmamak üzere belleğime kazınmıştı.

Biz iki kardeş okula başlamadan önce resim yapmaya başlamıştık. Sakin çocuklardık. Babamız seyahatlerinden dönerken boyama defterleri sulu, kuru boyalar, fırçalar gibi şeyler ve eğitici oyuncaklar getirirdi.

O gün Mahfuze Teyze (Mavze) bizde kalmıştı. Lise talebesiydi. Babam araştırmalara gönderildikçe annemi yalnız bırakmıyordu. Babam bu kalışın sürekli olmasını rica edince Mavze kabul etti. Artık şen mizaçlı olan Mavze bize abla gibi olmuştu.

Çok kıymetli Doktorumuz İzzet Karaağaç Bey Nejat’ın sağlığı bakımından yazlığa gitmemizi öneriyordu. 
Mavze’nin ikiz eşi olan Mahfuz Dayı’mızın, Nadire Hala’ nın kızı Mukadder Abla ile evlenmesiyle aile bağları sanki daha da genişlemiş gibiydi.



Yazlık olarak Erenköy’de Ziya Paşa Köşkü seçilmişti. Eylül’de okula başlayacağız. Ailenin gençleri birer yuva kuruyorlar o köşkte Mavze Doktor Cemil Ülkü Bey ile evleniyor, Kağızman’a gidiyor, babam annemle Saadet Teyze kendi evlerine gideceklerine Beyazıt’ta beraber oturmalarını öneriyor. İstanbul’a birlikte geçiyorlar. Fakat bir ay sonra Mavze Beyazıt’a geri dönüyor. Ancak Mavze bebek bekliyor. Anneannem, iki kızı ve yetiştirdiği Pervin’le beraber kendi evlerine dönmek istiyor. Saadet teyzem öğretmen, Mavze Sular İdaresi muhasebesinde çalışıyor. İmkanları var. Ama başta babam olmak üzere aile meclisinin son kararı hep birlikte yaşamak oluyor. Bülent 30 Haziran 1933’de doğuyor. dokuz kişilik bir aile oluyoruz. Bu aile düzeni içinde iş bölümü, destek olma, neşe var, ara sıra pürüzlü sesler çıksa da annemle annesinin olgun davranışlarıyla, akşam sofrası herkesin hak ettiği birlik havasını yansıtıyor.

Vedia Teyzem Antalya’da Osmanlı Bankası Müdürü Galip Serter ile evleniyor. Ekrem ve Efser İnal çifti Şehzadebaşı’nda kendi evlerini yaptırırken anneannemin boş duran evine taşınıyorlar.
Ertesi sene Göztepe’de yazlıktayız. Bahçe harika. Çayır istasyona kadar uzanıyor. Akşamları babamı getirecek treni karşılıyorduk.

Babam Nejat’a büyük bir uçurtma yapmıştı. Çayırda havalandırdıktan sonra ipi verip koşup terlememesini öğütlerlerdi. Arka bahçedeki incir ağaçları özeldi, meyveleri bozulmazdı, toplanmazsa kuru incire dönüşürlerdi. Babam onların taze hallerini beğenir bir, iki tane yerdi.

1933 yılı önemliydi. Eylül’ün başında ilkokula başladık. Ekim’in 29’u Cumhuriyet’imizin kuruluşunun 10’uncu yıl dönümüydü. Evde kurallara uygun ölçekli, oldukça büyük bir bayrak dikiliyordu. Babam elindeki cetvel, pergel ve açı ölçerle beyaz kumaş üzerine ay ve yıldızı işaret ediyor, marangoza evi aydınlatacak düzeneği tarif edip kontrolü ile ilgileniyordu. 

Bir olay da Bülent’in doğmasıydı. Nejat’la ikiz gibiydik. Ama Bülent’in ablası oluyordum. O sene benzersiz bir coşku vardı. Babamın işleri yoğundu. Baharda yine dış ülkelere gönderilmişti. Annemle mektuplaşıyorlardı. Biz de çocukça yazdıklarımızı annemin zarfına koyuyorduk. Çoğunlukla kartlarla aldığımız yanıtları babam Nihal Hanım, Nejat Bey diye adımıza gönderip sevindiriyordu.

Ama vatanımızın kalkınması uğruna yapılan bu seyahatler katlanılan özlemlere de neden oluyor, anneme görev düşüyordu. Annem cömert olmakla beraber savurgan değildi. Altına, mücevhere düşkünlüğü yoktu. Güzel giyinirdi. Yuvasının bütün ihtiyaçlarını karşılayan babamın gelirinin idaresinde her ikisinin de yetkili ve güvenli oldukları anlaşılıyor. Çünkü belirli bir birikimden sonra ev yaptırmaya karar veriyorlar. Fakat o dönemde para işlerini uluorta konuşmak, hele çocukların yanında yapılan yardımlardan söz etmek ayıp sayılırdı. Sırlar açıklanmazdı. Kabahat ve ibadet açıklanamazdı. O dönemlerde önemli birçok olayı ve nedenlerini yıllar sonra öğrendim. Evimizin yapıldığı sıradaki bazıları gibi.


Nejat astımlı olduğu için doktor yumuşak havalı bir semt seçilmesini önermiş. O zaman eniştem ve teyzem; İnal çifti, kendi evlerinin karşısındaki arsayı düşünmez misiniz? diye sormuşlar. Bu teklif bir tür istek ifadesi imiş. 

Arsa Laleli ile Şehzadebaşı’nın kesiştiği noktada yer alıyor. Çevrede iyi aileler yaşıyor, ulaşılıyor. Arsanın çapı yeterli bulunuyor ve karar veriliyor. Arkadaki Laleli Camii’nin minareleri arasından Marmara Denizi, Haydarpaşa’dan Yeşilköy açıklarına kadar görünüyor... O İstanbul artık yok!

Yıl 1936’yı bulmuş, karar veriliyor. Dokuz, on kişilik bir ev olacak. Sağlam ve konforlu olmasını isteyen babam tanıdığı İtalyan bir mimara planı çizdiriyor. Binanın arkasında da bir bahçe daha var.

Sahibi bulunursa arkadaki Çukur Çeşme Sokağı’na açılan küçük arsa da alınıp bahçeye katılacak. Fakat bulunamıyor. Ona rağmen arsa düzeltiliyor. Babam çiçekleri, onları yetiştirmeyi çok sever, güllerin aşılarını kendi yapardı. Evin projesi zamana göre orijinal sayılıp dikkat çekiyordu. Önde de küçük bir bahçede ortancalar ekilmişti. Arka bahçenin komşu evlerine bitişen toprak bölümlerin sınırları kısa kesilmiş şimşirlerle belirlenmişti. İki duvarın önünde babamın aşıladığı seçme güllerden başka iki Rize mandalinası ve zakkumlar bize ait arsa üzerine dikilmişlerdi. Ortada kalan kısımlar sokağa kadar beyaz çakıllarla kaplanmış ve iğreti bir duvarla sokakta sona ermişti. Toprakta sardunyalar, menekşeler, zerrenler, kasımpatıları vardı. Saksılar içinde sümbüller, Fuller gibi narin çiçekler süzgeçli kovayla, diğerleri hortumla sulanır, ortalığa mis gibi bir koku yayılırdı. Arka sokaktaki iki katlı küçük evlerde oturan komşular da o manzarandan hoşnuttular. Bizim evimiz bahçe katıyla beraber dört kattı. İnşaat 1937’de bitmiş ve Beyazıt’tan baba evimize taşınmıştık. Babamın doğum günü 18 Mayıs kutlaması yeni evindeki bahçe katında aile arasında yapılacaktı. Orada yemek odası ile mutfak vardı ve oda kapısı bahçeye açılıyordu. Çaylar orada içilmişti, babamın ellerini minnetle öpmüş, boynuna sarılmıştık. O, herkese karşılık beklemeden kucak açan, yol gösteren, hoş görülü munis insan her türlü saygı ve sevgiye layıktı ama hiç gururlanmadı. Annemle baş başa, el ele verip bizler için her şeyin en iyisini yapmak üzere emek sarf ettiler.

1938 Yılında ilkokul süresi sona ermişti. Dil öğrenmemiz amacıyla yabancı okullara gidecektik. Bir değişiklik de babamın iş alanında olmuştu. Elektrik Tramvay Tünel şirketi belediyeye geçirilince babam İ.E.T.T Genel Müdürlüğü’ne atanmıştı. 

O sıralarda da, Atatürk’ün vefatı ve Avrupa Devletleri arasındaki siyasi çekişmeler dünyanın ilgisini çekiyordu. Biz ise ilk gençlik çağına adım atıyorduk. Okullarımız belli olmuştu. Çalışan teyzelerimizin iş yerlerinin hepsi Taksim Tünel bölgesinde bulunuyordu. Sabahları Laleli’den tramvaya biniyorduk. Saadet teyzem beni alıştırıyordu. Sultanahmet durağında okul arkadaşım Bülbün Öz bekliyordu. onun babası Topkapı Saray Müdürü Sayın Tahsin Öz’dü, orada oturuyorlardı. Yollar tenha ama güvenliydi. Ama aileler korumayı göz ardı etmezlerdi.

1939’da Avrupa’da patlayan savaş giderek yayılıyordu. Şükür ki ülkemiz bu harbin dışında kaldı.


O sene babam Taksim’de şirket zamanında kurulmuş elektrik tesislerinin üzerinde bulunan lojmana taşınmağa karar verdi. Şimdiki Atatürk Kültür Merkezi’nin yerinde olan bu binanın ön cephesi mor salkımlarla kaplıydı. İlkbahar çiçekleri açtığı vakit manzara harika olur etraf mis gibi kokardı. Pencerelerin panjurları vardı. Ama dallardan dolayı açıp kapatmaya imkan yoktu. Bize ayrılan bölüm iki kattı. Sakaktan girişte sağ taraftaki bir odada da nöbetleşe dört kapı görevlisi otururdu. O kattaki asansör başka bir yere uğramadan doğru lojmana gelirdi. İlk katta iki büyük salon bir oturma odası, mutfak, kiler ve tuvalet vardı. En aşağıdan yukarı çıkan ana merdivenden ziyade oturma odası ile mutfak arasındaki küçük merdivenle yahut asansörle yukarı çıkılırdı. Boğaz manzarası şahaneydi. Sera da denilebilecek bu kapalı terasta oturur çay içerdik. Terası çevreleyen iki duvarın arası toprak ile doldurulmuştu. Orada renk renk sardunyalar, begonyalar bazı bodur güller ve mevsimlik çiçekler açardı. 

Sonbaharın en büyük etkinliği olan Cumhuriyet Bayramı geçit töreni Taksim’de önümüzde yapılıyordu. Kalabalıktı. Törenden sonra ne yazık ki o güzelim çiçeklerin yükseğe tırmananların ayakları altında ezildiği görüldü. Bu hal duyarsızlığın bir işaretiydi. Görevlilerin uyarıları fayda etmemişti. Ertesi sene çiçeklerin korunması için ve halkın seyretmesini kolaylaştırmak üzere önlem alındı. O lojmanda yatak odalarının karşısında bulunan camekanlar kapatılmış bir teras vardı. Yüksek olmayan çevre duvarının içi sabit, uzun bir saksı ile çiçeklendirilmişti. Hem boğaz manzarası, hem sardunyalar, bodur güller ve leylaklar görülüyordu. Babam yorgunluğunu orada gideriyor, ailesine vakit ayırabiliyordu.

Bu güzelliklere rağmen yeni evimizden ayrılma fikri anneme zor gelmekle beraber, istifa kapısını açık tutma amacıyla evimizin boş bekletileceği düşüncesi teselli olmuştu. Babam her zaman görevine önem verirdi ama önce bir eğitimciydi. Onu 42 yıl aralıksız, ömrü sona erinceye dek sürdürdü. Nitekim savaş yılları yoklukları, İstanbul’u kalabalıklaştıran, gecekondu ve göç dalgası tramvay sisteminin kapasitesini aşmıştı. Gazeteler şikayetlerle doluydu. Babamın sağlığı bozuluyor, gözleri kamaşıyordu ve bu görevden affedilmesini dileyen mektubu gönderdi. Fakat Sayın vali ve belediye başkanı istifayı kabul etmedi. Üniversiteler kanunu çıkınca babam eğitim alanını seçti ve 7 senedir boş duran evimize döndük.

Savaş bütün şiddetiyle sürüyor ve dünyaya yayılıyordu. Çekilen sıkıntılara rağmen o acı kayıpların içinde olmamak, yurdun ve ulusun kazancıydı. Özveriyi, dostluğun, insanlığın gereği olduğunu yaşadığı acılarla savaşlarla öğrenmiş o nesil barışın değerini çok iyi biliyordu. İstanbul’un doğal ve ulusal konumu dolayısı ile elektrikte ve ulaşımda özel önlemleri almaklar sorumlu olan babamın istifası Sayın Vali ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar tarafından reddedilmişti. O yüzden o zorlu günlerin koşullarında soğukkanlı davranmağa çalışıyordu. Aslında çok duygulu, inançlı fakat hür düşünceli, laik bir Mason’du.( O konuda yayılan bütün yanlış iddialara rağmen ) ideal saydığı doğru, dürüst, faydalı yaşam tarzını alın teri ile çalışıp kazanma yolunu seçti ve hayatı boyunca uyguladı. Açık fikirli iyi bir Müslüman ve Mason’luğu beraber yürütmenin ters düşmediğini, hayatı ile kanıtlamış olgun bir insandı. Yardım severdi ve sahte olmayan davranışlarıyla sevilirdi.

Önemli görevlerin başına getirilişi hep seçilme yoluyla olmuş. Problemlere bulduğu çözümler ve uzlaştırıcı karakteri sorun çıkmasını engellerdi. Şimdi acaba babam olduğu için abartıyor muyum diye düşünüyorum. 

Fakat hayır! Babam gerekten az bulunan insanlardan biriydi.

Sonradan şaka haline dönüşmüş bir hikayesi vardı. Bizim küçüklüğümüzde Beyazıt’taki evin bahçesinde sokağa açılan koridor gibi bir kısmında babamın otomobili dururmuş. Eski filmlerdeki gibi önden kurgulu ince lastik tekerlekli köşeli kutuya benzermiş. Penceresinin dışında da lastik toplu pompasıyla yayaları uyaran kornası varmış. 

Bir gün yan sokaktan çıkan bir atlı arabayı anayoldaki üç otomobili ve yayaları fazla bulmuş ve ‘Bu trafikte araba kullanılmaz!’ demiş diye sattığını söylerlerdi. O şakalar yapıldığı yıllar, kırkların sonuydu. 

Babam gazetede yayınlanan Cemal Nadir karikatürlerine gülerdi ve Amca Bey figürlü dizisini izlerdi. Espriyi anlamış mıyız diye merak eder, sorular sorardı. Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerini okurdu. Sabahları erken kalkar, giyimine dikkat ederdi. Fakat annem kıyafetlerini, kravatlarını seçer alırdı. Gerektiği zaman giydiği smokini, frağı, gömlekleri, rugan ayakkabılarını annem hazır tutardı. Babam annemin seçimine güvenir, sadece terzisine giderdi. Fazlasına vakti yoktu.

O yıllarda üniversite kanunu yeni çıkmıştı. Babam Makine Fakültesi’nde ( Isıtma ve Havalandırma ) dersleri veriyordu. Ayrıca Sular İdaresi’nde idare kurulu üyesiydi. Üniversitelerde rektör seçimi iki sene süre için yapılıyor ve her fakültenin profesörleri seçilme hakkına sahip oluyorlardı. Rektörlerin özel giysileri yoktu. Babamın rektörlüğe aday olup olmadığını cidden bilmiyorum. Doğal ki babam o fakülteden olduğu için veya istediği için adaylığını koymuş olabilirdi. O zaman bir tür yarışması, iddialarda bulunması gerekirdi. Belki de fakülte ortamında konuşmalar olmuştur. Fakat kesinlikle aile çevresine yansıyan bir yarışma havası yaşanmamıştır. Anneme elbette öyle bir olasılıktan söz etmiştir. Çünkü onlar bir bütündüler. Bizler de babamın rektör seçildiğini sonradan öğrendik. Rektörlüğünden önce babalığı önemliydi, değerliydi bizim için.



1940’lı yıllarda Ankara’da TC Büyük Millet Meclisi için yeni bir bina yapılıyordu. Elektrik ısıtma havalandırma, su gibi tesisleri yapacak projenin seçimi için iki jüri vardı. Biri İngiliz, Amerikalı ve İsviçreli üç üyeden oluşuyordu. Türk heyetin başkanı babamdı. Her iki grup araştırmanın ilk bölümü yaptıktan sonra sonuçları tartışacaklardı. Projelerin değerlendirilmesi bitirilince sonuçların aynı noktalarda birleştiği memnuniyetle görülmüş ve uygun proje seçilmiş. 

Bilim yolundan sapılmadıkça aynı oluyor. İsviçreli üye Zürih Üniversite’sinde profesör olan bir adamdı. Eşini de beraber getirmiş. Dil birliğiyle konuşup dostluk yapmışlar. İstanbul’a da geldiler. Babam da bir akşam yemeğine evimize davet etti, biz de tanıştık. Annemin Fransızca misafirin de Türkçe bilmemelerine rağmen çok iyi anlaştılar. Yemekten sonra aşağıdaki bahçeye de inildi. Babamın aşıladığı gülleri hayranlıkla seyrettiler. Güzel bir akşam oldu. Bana bir gül kitabı gönderdiler, içinde pespembe petal üzerine koyu pembeden benekli olanı, kırmızı beyaz bordürlüsü veya kayısı renkli gül resmini göremedim. Bahçemizdeki güllerin çok özel olduklarına inandım.
Aradan bir sene geçmişti, babamın katılması gereken bir dış ülke seyahati düzenlenmişti. Babam o gidiş programını kendince biraz daha uzatmış, Zürih ve İtalya üzerinden vatan dönmeyi planlamış benim de yanında gelmemi istemişti. Daha önce de Nejat’la beni Türk Fransız Kültür Cemiyeti’nin organize ettiği Efes gezisine katılmamız sağlanmıştı. Bir haftalık gezide rehberimiz Sayın Halikarnas Balıkçısı’ydı...

Babamla gideceğim ilk dış ülke seyahatimdi. Zürih Şehri’ne ayrılan iki gün dostluk hatırına yapılmış bir özveriydi. Ziyaretimizi yaptık ve İtalya’ya geçtik. Babam bizim sosyalleşmemizi istiyordu. Yirmili yaşlardaydık ve Nejat mimar olmak Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmek üzere hazırlık yapıyordu. Savaş ve siyaset yüzünden devam ettiğimiz Alman Lisesi kapatılmıştı. Gerçi savaşa girmemiştik ama eğitimin yönü değişti, İstanbul Kız ve Erkek Lise’lerine çevrildi.

Ortaokulu İngiliz Okulu’nda bitirdiğim için dil bilgimin gelişmesini diliyordu. Senelerce özel öğretmenim olan Bayan Dekkers’le çalışmam babamın özverisi ile oldu. Eğiticiliği ise karakterinin göze çarpan niteliklerindendi. Evlatlarına karşı duyduğu sorumluluğu yetişen mühendislerden de esirgemediğini başkalarından duydum imtihanlarında. Ezbere dayanan soru sormaz, kitaplar bütün meslek hayatları boyunca ellerinin altında olacak. ‘Kitaptan korkulmaz’ dermiş. Başka bir profesörün sınavına izleyici olarak katılınca yetenekli bulduğu öğrenci bir noktada takılırsa onun mantığını kullanmasını sağlayacak yolu buldururmuş. Fakat haksızlığın doğuracağı tehlikelerin bilincinde olduğu için acıma hissine kapılmazmış. Unutmayalım ki babamın hocalığı 1913’ de başlamış ve 1956’ da vefatıyla sona ermişti. Tam 42 yıl müderrislik ve Ordinaryus Profesör Doktor ününü taşıdı. O günden bu yana da bilim adına çok büyük ilerleme oldu. Babam o çağda makine ve elektrikte uzmandı Makine Fakültesi 1953 yılında kurulmuştu ve babam o fakülteye geçmişti.

Nejat 1952 yılında akademiyi bitirip mimarlık diplomasını almıştı. Otomobil kullanmayı çok sevdiğini bilen babam ona piyasada yeni görülmeye başlanan Volkswagen küçük arabayı sürpriz olarak hediye etti. Nejat mutlulukla teşekkür ederken ‘Babacığım iyi ki hevesime kapılıp önceden almadınız, belki diploma alamazdım’ diyordu. Nejat askerliğini yaptıktan sonra Stuttgart’ta çalışmaya başladı. Ben de 1954 ’de ‘İnşaat Mühendisi Ö. Saffettin Sile’ ile evlendim.



Babam Maden Fakültesi’ne geçmiş olduğu için tekrar rektör olabilirdi. Fakat öyle bir emeli yoktu, samimi olarak. Emekli olup dinlenmek istiyordu. Vatana çeşitli hizmetler etmiş, mühendisler yetiştirmişti. ‘Demirel’ Başbakanlık yapmış ve ‘Erbakan’ babama asistanlık etmişti. 

Daha niceleri yurdun kalkınmasında rol almışlardı. Evladı olarak bizleri büyütüp hayata atmıştı. Dinlenmeyi hak etmişti. Ama arkadaşları bırakmıyor, ısrarda ileri gidiyor ‘Aday ol.’ diyorlardı. Babamın ‘Artık reddetmekten utanıyorum’ dediğini hatırlıyorum. Aday oldu ve seçildi. Sayısını bilmediğim kadar çok tebrik mektubu ve telgraf gelmişti. Üniversitenin açılış konuşmasını yaparken üniversite için yeni yaptırılan İ.T.Ü’nin ( İstanbul Teknik Üniversitesi ) özel cüppeyi ve kepi giymişti. 

1954 - 1955 dönemiydi. Benim bebek beklediğimi öğrenince çok mutlu olmuştu. O yıl İngiltere’de dünya üniversitelerinin rektörler toplantısına katılacaktı. Cüppeyi de götürmesini hatırlattım. Sadeliği seven babam lüzum görmedi. Toplantı sonunda çekilen hatıra fotoğrafında herkes cüppeliydi. Babam sivil kıyafetiyle en ön sırada dikkat çekiyordu. 

Çünkü en eski üniversitelerden biri olan İ.T.Ü’ yü temsil ediyordu. Laleli’de karşıladığımızda ‘Evet cüppeyi götürsem olurmuş’ dedi, sonra gülümseyerek elini ceketinin içine uzattı ve bir mavi, bir pembe iki çift minik bebek çorabını bana verdi; doğacak torununu düşünmüştü. 

O vakit bebeklerin cinsiyeti önceden bilinmiyordu. Tabii Nejat’ı da düşünüyordu dönüşünde, ona da uğramış aldığı iyilik ve başarı haberlerine sevinmişti. O gün üniversitede uluslar arası öğrencileri değiştirme bölümünde çalışan bir genç kızı Nejat’a yakıştırdığından bahsetmişti. Ama Nejat Almanya’daydı. Hem o genç kız hakkında bilgisi yoktu. Belki nişanlı veya evliydi. 
Bazen üniversitelerde problemler oluyor. Ve çözümü bulmak için fikren uğraşıyordu. Hatta uykusunda bile çareye ulaştığını konu ediyordu. Ailenin direğiydi. Bu gibi olaylar dışında sorunu yoktu.

Eşimle evlenince Teşvikiye’de oturmamıza rağmen bebek doğmadan iki ay evvel geçirdiğim bir kaza neticesi yatmak zorunda kalmıştım. Yine aile şefkati sayesinde Laleli’de kaldık. Her zaman ve her durumda verilen destek devam ediyordu. Doktorum yürümememi önermişti. Doğum Alman Hastahanesi’nde 30 Kasım 1955’de oldu. Babam işi için Ankara’daydı. Torunu ‘Ali Ömer Sile’nin doğumu müjdesi verilmiş. Ben bir hafta sonra Teşvikiye’deki evimize çıktım. Artık hayatın merkezi değişmişti. Babam torunu ile yakından ilgileniyordu. İ.T.Ü’nün binası Maçka’daydı. Zamanı olduğu zaman fırsat biliyor, banyosunu kendi elleriyle büyük bir beceriyle yapıyor ‘Siz gözüne sabun kaçırırsınız’diyordu. 



Ömer uslu sayılırdı. Dedesinin kollarında okşanarak yıkanması onu rahatlatıyordu. Babam o sıralarda otobüsle bir iş seyahatine çıkmıştı. Bebeğim beşinci ayını bitirmişti, bir bayramdı. Kadıköylü olan eşimin ailesini ziyaret ederken gördüğümüz bahçeler bize çocukluğumuzu hatırlatmıştı. Yaz geliyordu. Belki babamın işi uyarsa onlarla beraber yazlığa gidebilirdik. Fikir uygun bulununca Saadet Teyze ilgilendi. 

Çocukluğumda oturduğumuz Göztepe’deki ahşap köşk boşmuş, uygunmuş. Köşkün sahipleriyle oluşmuş dostluk zaten vardı. Karar vermek zor olmadı, taşınacaktık. Hazırlıklara başlanıyordu ki babam o seyahat sonrası hastalandı. Havanın yağmurlu olması ile ilgili bir üşütme başlamış olabilirdi. Taşınmaya yardımcı olmak üzere biz de Laleli’deydik. Gece üst kattaki odaya çekildikten sonra babam biraz fenalık hissetmiş. Yakındaki doktor çağırılmış. Gereken işlem yapılmış. 

Bize haber verilmedi. Sabahları Ömer’i yanlarına götürmeye alıştık. O sabah da odasına gidince durumu öğrendik. Aşağı kata inince babamın geçirdiği krizi ve haber verilmediğini öğrenerek çok üzüldük. Ancak babam iyi görünüyordu. Ama durumun incelenmesi gerekiyordu. O zamana kadar yapılan kontrollerde kalbinde sorun bulunmamıştı. Fakat tıp bilimi de 2018 düzeyinde değildi. 1950’ de Türk doktorları, kalp uzmanları ünlüydüler. Gündüz babamın geçirdiği kriz duyulmuş, doktorlar davet edilmişlerdi. İkinci kriz daha şiddetliydi, ağrı çekiyordu, kıpırdamaması söylendiği gibi davranıyor, acısını belli etmemeğe çalışıyordu. Tedavi de yavaş yavaş etkisini gösteriyordu. Profesörlerin tavsiyesi ile evi ve muayenehanesi Laleli’de olan genç doktor Sayın ‘Zahit Ustabaşıoğlu’ babamın başucundaydı, her önlem alınıyordu.

Bizler perişandık. Bir gecede sevgili babamız yatakta ağrı çeker hale gelmişti. Nejat’a haber verip vermemekte kararsızdık. Göztepe’ymiş, Ömer’miş, görevlermiş... Hepsi bir taraftı. Babamın sağlığı önemliydi. Dualarımız onun içindi. Nihayet ağrısı dindi biraz uyudu. Anneciğim her işi kendi eliyle yapıyordu. Lazım olursa nöbet tutma sırası annemden alınıyordu. Böylece halamın beklediği bir gece babam rüya görmüş ve halam babamı sayıklıyor sanmış. Sabah olunca anneme şöyle anlatmış ‘Sonu kalabalık bir yolmuş. Sonra üçe ayrılmış. Hangisine sapacağını düşünürken ‘Reisi Cumhur’un yoluna gir’ denmiş. Dinlediğim bu sözler bana kalp krizi geçirip iyileşen Amerikan Cumhurbaşkanı Truman’ı hatırlatmıştı. 

Babamın hasta oluşu bir aya yaklaşmıştı. Ömeri soruyor ‘Ekrem Bey’le görüşebilirim diyordu, seviniyorduk. Babam iyileşecek, her şey yoluna girecekti. 1956 senesinin Temmuz ayının son günü Ömer yedinci ayını bitiriyordu. Bir Ağustos günü akşamı belki bir kutlama töreni ile babamı yataktan kaldırırdık. Önümüzde bir hafta daha vardı. Ancak sürpriz yaparak heyecanlandırmak istemiyorduk.

Doktora danıştığımda her halde maksadımı iyi anlatmış olacağım ki ‘Her an bir sürpriz olabilir’ dedi. Ben bu sözleri içimden geldiği gibi kabul etmiş olduğumu 1956 yılı 1 Ağustos’da öğle vakti, çok büyük bir elemle algıladım. Profesör acı gerçeğe aileyi hazırlamak istemişti. Evlat yakınlığı gösteren Zahit Bey ise birşey sezdirmemişti. 

O gün annem yine babamın da yemeğini yedirmeye hazırlanıyordu. Mavze ile ben bitişik odada Ömer’in mamasını yediriyorduk. Annem birden ‘Baban’ diyerek içeri girdi ve yine geri dönmesi bir oldu. Ben bir şey sormadan sokağa fırladım. Gençtürk Caddesi’nden aşağı koştum, Zahit Bey’i bulamayınca koşarak yokuşu çıktım. Eve döndüğümde üçüncü kriz babacığımı ebediyete açılan yolun kapısını açmıştı bile.

Kuzenimiz Doktor ‘Asım Sözmen’in son anda yetiştiğini söyler. Annem merdivenin başında oturup kalmıştı. Galiba kapıya koşma çabasında o da yarısını kaybetmiş tanınmaz hale gelmişti. Acı haber çabuk yayıldı. Almanya’ya telefonu ben açtım. Nejat da özlediğini, bir tur yapıp geleceğini söylüyordu. Ben seyahatini yakına almasını anlatmaya çalıştım, konuşamıyordum.
Bir saat sonra o aradı. ‘Biletimi aldım’ dedi. Zaten ondan sonraki işlemler ve programı düzenlemek bizim dışımızda gelişiyordu. 

Edirnekapı Şehitliği’ni düzenli bulduğu biliniyordu. Başka bir özel istek olmadı. İ.T.Ü tören programını hazırlamıştı. Tanıtıcı konuşmalar ve Türk Talebe Cemiyeti adına bir üyeye sıra gelecekti. Benim için en etkileyici söz, gençlerin onu bir baba olarak nitelemeleri olmuştu. Çünkü zaten hizmetlerini ve özelliklerini biliyordu. Ama öğrencilerin ağzından duymak ve o kadar yüceltilmesine tanık olmak çok onur vericiydi.

Cenaze Beyazıt Camii’nden kaldırıldı. Tabutu daima heyecanla kucakladığı Türk Bayrağı’na sarılmıştı. Çok kalabalıktı. Cenaze marşı eşliğinde Edirnekapı’ya doğru harekete geçen kortejde pek çok çelenk de vardı. Hayattayken istemediği ihtişam, cenazesinde gösterilmişti. 

Nejat bir süre kalıp Almanya’ya geri döndü. Göztepe’de değerli ev sahiplerimizi bizi gelecek yazda beklediklerini söylediler. Annem Ömer’le teselli buluyordu. Biz de Teşvikiye’den Laleli’ye taşındık. Annem babama ait bütün belgeleri, tebrikleri, taziyeleri, fotoğrafları titizlikle saklıyordu. Gözlerim az görmeye başlayınca onlarla babama özel bir dosya yaptım.

Bir buçuk sene sonra Nejat vatana döndü. Annem onun da yuva kurduğunu görmek istiyordu. Bir dost aracılığıyla tanıştığı ‘Engin Çalım’la yuva kurmağa karar vermişler. Göztepe’de tanıştığımda ilk anda sevdik birbirimizi. Nişanlanıp evlendiler. İki aile arasında yapılan sohbetlerde bir mucize ortaya çıktı, ’Engin’ babamın Nejat’a yakıştırdığı kızdı. Bu mutlu evlilik 56 yıl sürüp iki ay ara ile vefat etmeleriyle neticelendi. Oğulları ‘Sina’ ve kızları ‘Elvin dünyaya geldiler. Bizim küçük oğlumuz ‘Mustafa Faruk Sile’ 1958 yılının Ocak ayının 22’sinde doğdu. Babamı göremediler.

Şimdi ben 93 yaşına girmiş, %10 görebilen, torunların çocuklarını bilen, yaşlı bir nineyim. Oğlum Faruk ve eşinin getirdikleri elektronik bir ekranda okuyup bu bilgileri yazıları yazıyorum.

Babamın vefatında Taşkışla’da yapılan konuşmalardan bir örnek:

‘Kardeş teknik üniversitesinin muhterem rektörü seçkin bilim adamı Ordinaryüs Profesör Hulki Erem’in aramızdan ayrılması ile memleket asil bir evladını, ilim ve irfan topluluğu da kıymetli bir uzvunu kaybetmiş bulunuyor.

Merhumun şerefli meslek hayatının uzun yıllarını geçirdiği kardeş üniversitenin kederli mensuplarına bu elim hadise karşısında duydukları derin acıyı ( Ankara Üniversitesi mensuplarının) kalpten paylaştıklarını buradan arz etmek isterim.

Merhum hocamızın aziz hatırası hepimizin kalbinde daima yaşayacak ve hürmetle anılacaktır. Bütün ilim mensuplarının kendisinden feyiz alanların, bu büyük insanı tanımış olanların ve bütün yakınlarının başları sağ olsun. Büyük ölünün huzurunda hürmetle eğiliyorum.



Sevgili Babacığım,

Yanında yatan, çok değerli eşin annemle aranıza yatırdığımız kardeşim Mimar, Ressam Nejat Erem de Ortadoğu’da ve A.B.D.’de ders vererek Mimar’lığını ve sanatını geliştirdi. Resimleriyle iz bıraktı. Artık Allahın derin rahmeti içinde huzurla uyuyun.

Ailem ve Evlatlarım için,

Nihal Erem
8 Kasım 2018 
İstanbul