Sunday, March 19, 2017

ESKİ TAŞRA OTELLERİ


Her yönü doğal güzelliklerle bezenmiş sevgili yurdumuz!
Milattan önce 6 binli yıllara dayanan, tarih ve kültürü ile zengin vatanımız.

Anadolu’da geçmişte savaşlar, hareketler ve ticari göç yolları olan ülkemizde pek çok han ve kervansaray bulunmasına şaşırmamak gerekir.

Elbette bu konuda yazılmış kitap ve belgeler var. Fakat aile bağları kuvvetli olan ve misafirperver ulusumuz otel kültürüne alışık değildi.

Bu yüzden eski taşra otelleri gel geç yolculara hizmet veriyorlardı. Onlar genellikle bakımsız, yetersiz, ucuz konuk evleri gibiydiler. Ancak ben çocukluğumdan kalan bazı izlenimlerden söz etmek istiyorum.

Belki 5 yaşlarındaydım, kuzenim subaylığını Karamürsel’de yapıyordu, çevrenin güzelliğini anlatıyordu. Çocuklu ailelerden oluşan bir grup, eski bir otobüsle oraya gittik. Kasabanın tek oteli girişdeki kahvehanenin tam karşısındaydı. Binanın çok ilkel ve bakımsız olduğunu gören aile çaresizlikle geceyi geçirmeye razı oluyorlar. Ancak biz, sabah erkenden otobüse binmiş ve bölgenin doğal güzelliklerini göremeden evlerimize dönmüştük.

Aradan 1 - 2 yıl geçmişti ki babamın doğum yeri olan Gelibolu’ya gittik. Kalacağımız otel iskeledeki eski bir evden dönüşmüştü. İlgili kişi saf bir içtenlikle otelin temizlenip, çarşaf ve havluların yeni değiştirildiğini açıklamıştı. Daha evvel kaç kişinin yattığı çarşafları mı kast ediyordu? Bilmem. O günlerin otel anlayışı galiba böyleydi.

4 yıl sonra yine bir aile grubu olarak otobüslerle Edirne’ye gidildi. Edirne, Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmış bir şehir olsa da, yıpranmıştı. Kalacağımız otelin odalarında banyo yoktu ve sihhi tesisat dışarıda, bahçede idi, müşteriler sıra bekliyorlardı. Bunu gören hanımlar başka bir yer bulmak isterken buranın Edirne’nin en lüks oteli olduğunu öğrenmişlerdi.

Beyler 40 pınar yağlı güreş müsabakalarını izlemek istiyorlardı. Annelerimiz biz çocukları alıp Selimiye Camii’sini, Darüşşafaka’yı ve çarşıyı gezdirmişlerdi. Edirne’nin özelliklerinden devayı misk ve elma, armut, portakal biçimli , kırmızı, yeşil, turuncu renkli güzel kokulu sabunlarından alıp otele dönmüştük.
Sofra kurulmuştu, herkesin tabağına ikram olarak iyi pişirilmiş birer kuzu başı konmuştu. Bu iyi niyet göstergesini yanlış yorumlamak işten bile değildi, zaten bölgeler ve gelenekler arasındaki farklar çok kez anlaşmazlığa neden oluyor.

Fakat bu farklılıklar Cumhuriyet’imizin getirdiği sosyal ilerlemeyle git gide azaldı. Örneğin Bursa gibi doğal güzellikleri çoğrafi özelliklere sahip İstanbul’a yakın bu kentimiz hızla gelişmişti. Çekirge semtindeki yeni ve modern Çelik Palas Oteli’ne gidince karşılaştığımız konfor uygar atmosfer ve eğlenceler iç açıcıydı.
Aynı bölgedeki tarihi kaplıcalar ve tesisler eskiden beri yerel turistleri çekmekteydi.
Yıllar geçtikçe Uludağ spor alanları ve otelleri zenginleşmiş, ünü yaygınlaşmıştı.
Tarihi Ulu Camii, anıtlar ve kapalıçarşı ilgi alanlarındandı. Kapalı çarşısındaki çeşitli ürünler ipekli kumaşlar, havlular, bornozlar, boynuz saplı bıçaklar, minicik sedefli çakılar en ilginç eşyalardı.

Bu günkü erişilen turizm sektörü ile kıyaslanamayacak kadar geride kalan eski taşra otelleri zihnimizi ve anılarımızı zorluyor. Ancak hepsi yaşanmış gerçeklerdi.


Türkiye’nin Cumhuriyet İlkeleri sayesinde ulaştığı uygarlık inkar edilemez.


8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını öneren 
Clara Zetkin (solda) Rosa Luxemburg ile.

8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katıldı.

KADINLAR GÜNÜ


8 Mart Emekçi Kadınlar Günü bir kutlama değildir. 160 yıl önce çalışan ve sosyal haklarını arayan kadınların hayatlarını kaybettikleri çok acı bir olayın anıldığı tarihdir.
Yaratılış bakımından, insan denen varlık, bedenen erkek kadından ayrılsa bile, ruhen birbirlerini tamamlayan iki üstün kişiliktir.
Tarihten beri nesiller üreten insan topluluklarında bazen kadınlar öne çıkmıştır.
İlkel ortamda doğurganlık önemli bir sosyal mertebe olarak kadını yüceltmiştir, fakat geçmiş çağlarda bu statü değişmiştir. Ancak bireysel hisler ve istekler ihtirasa dönüşünce egemenlik yön değiştirmiştir.
Bu yüzden felaketler yaşanmış, dünya çapında savaşlar çıkmıştır.

Bir buçuk yüz yıl önce kadınların yaşadığı feci olaydan bu yana değişen bir şey olmuş mudur? Hemen çok etkili bir sonuç beklenmese de bu olay toplumda bilinç uyandırmış uygar ülkelerde algı yaratmıştır.

Yeni kurulan Atatürk Cumhuriyeti’nde kadınlara bir çok Avrupa devletinden önce seçme ve seçilme hakkı tanınmış, sosyal olanaklar sağlanmıştır.
Ne yazık ki artık imanın, birliğin, sevginin temeli olan ahlak, yavaş yavaş değerini kaybetmişe benziyor. Bu gün sık sık değişen eğitim sistemi, tutuculuk ve inançsızlık yüzünden kadınlara yönelen düşmanlık, saldırı ve cinayetler korkutuyor.

Böylece her yıl 8 Mart günü kadınların vahşete, kanunsuzluğa, ahlaksızlığa, yolsuzluğa, gericiliğe karşı seslerini yükseltecekleri tarih oluyor.
Bu protesto çığlıkları artık hiç tekrarlanmasın.

Erkek, kadın, çocuk ve bütün ulusların huzur ve barış içinde yaşamalarını en hayırlı dileklerimle yakarıyorum.

Nihal Erem

Sunday, March 12, 2017

GÜNÜ DOLDURMA

Zaman göreceli bir kavram. Bilinç akıl ve yüreğe dayanan, gelişen bir olgu; ikisi de hayat boyu etkili, bazen aralarında çatışmalar olsa bile... Heves mi, yoksa görev mi daha önemli? İkisini de birden düşünmek ve not etmek hoş ve faydalı olmaz mı? Neden olmasın? İşte 81 yılın gerisinden gelen anılar, belgeler, fotoğraflar hep bir arada karşımda duruyorlar. Ancak belleğe çok güvenmemek gerekiyor. O dönemde marifetli cep telefonları ve internet yoktu. Teknoloji gelişiyordu fakat şimdiki gibi yaygın değildi. Dosyaları düzenlemek için kişisel emek verirken gözlüğümün camlarının buğulandığını ve büyütecin kafi gelmediğini fark ettim.

Galiba asıl sorun gözlerimdeydi. Sevdiğim renkli kağıtlar, kalemler, sulu boyalar, pasteller, palet, yağlı boya tüpleri, fırçalar ve spatüller yavaş yavaş geride kalıyordu. Onların yerini okuma yazma imkanı veren bir teknolojik ekran alıyordu. Hayatım radikal bir değişime uğramıştı. Artık özel bir sağlık merkezinde kalıyordum.

Kurucuları, yöneticileri, hemşireleri, sağlıkçıları, yardımcıları ve tüm emek veren özverili personeli ile hayatıma katkı sağlayan komşularıma teşekkürlerimle odama yerleştim. Özellikle bütün ihtiyaçlarımın karşılanması ve okuma ekranım beni mutlu ediyor. Artık yine okuyup yazıyorum, günümü değerlendirmek için saatlerce masa başına geçiyorum. Çok kıymetli sayın komşum beni; gözlerim kitapta, ellerim yazı kağıtlarında, dudaklarım arasında tutuğum sayfaları gülerek anlatıyor. Ancak dudaklarımdan veya elimden kaçırdığım sayfaların nereye uçarak düştüklerini bulmak için yardım gerekiyor.

Bütün dikkatime karşın bir sabah yürütecime tutunurken düşerek sol bacağımı kırdım. Daha çağrı yapmadan kameradan durumu gören iki genç nöbetçi hemşire hanım koşarak yetiştiler. Hemen önlem alınarak aynı gün hastaneye götürülüp ameliyat edildim. Dört gün sonra evim olan odama kavuştum. Fakat ne olmuştu? Benim okuma ekranım çalışmıyordu. Acaba onu terk ettiğimi mi sanmıştı? Bu olamazdı, onun eksikliği operasyon kadar önemliydi. Ekranımın bir an önce düzeltilip geri gelmesini dört gözle bekliyorum.

Düştüğüm günden beri bir ay geçti. Oldukça iyileştim. Bu gün ameliyatımı yapan sayın doktoruma kontrole gidiyorum. Hazırlandık, lobiye indik, salon tenha, çevremi görmesem de sesleri işitiyorum. Bir yandan oturan yaşlı bir hanımın sızlanmaları, içini çekerek dertlenmesi, ağlamasını işitiyorum. Acaba çocukken bayram günü için alınan süslü basma giysisini mi arıyor, geçmiş anıları için mi ağlıyor? Çok duygulu sevecen baş hemşire hanım yanına gelip onu sakinleştiriyor.

Dışarda telefon çalıyor, onu açan genç ve fedakar yardımcılardan birinin sevgilisinden gelen bir espriye karşılık sevinçle attığı şen kahkaha duyuluyor. Oturduğum koltuğun yanında biri var, devamlı aynı şeyi söylüyor; “ena mena dosi, dosi safran bosi, safran bos”...sonunu getiremiyor. Her halde bir çağdaşım olacak; tekerlemenin sonunu “fransız tos” diye bitiriyorum. Sanki o sözlerle beni çocukluğuma götürdü. Yerimizden kalktık, kapıdan çıktık, çok yoğun İstanbul trafiğine katıldık.

EVİM OLARAK BENİMSEDİĞİM Akasya Bakım ve Yaşam Merkezi sayın yöneticilerine hizmette kusur etmeyen tüm personeline ve sevgili komşularıma teşekkür etmeyi bir borç bilirim. 

4 Mart 2017


NİHAL EREM