Tuesday, November 29, 2016




BİNEK ARABALARI

Yazlıkların ayrılmaz parçaları gibiydiler. Anımsıyorum. Adalar’da iskelede beklerler, orada yaşayanları evlerine götürür veya tur yaptırırlardı. Piknikçileri çamlıklara ulaştıracak başka araç yoktu. Çıkılabilen en son düzeyde arabadan inilirdi. Ağaçlar altında dolaşılır, güzel manzaralı uygun bir yer seçilirdi.

O faytonlar körüklüydü. Körüğün altındaki kanepenin karşısındakiler ise gidecekleri yöne sırt çevirmiş olurlardı. Arabanın her iki yanında biniş basamakları vardı. Arabacılar kibardı.

Sarıyer İskele’sindeki arabalar da hem orada oturanlara, hem de vapurdan inen günübirlikçi grupları genellikle Hünkar suyu tepesine çıkılan yokuşun başına getirirlerdi. Yardımsever, efendi arabacılar müşterilerinin kavun, karpuz, domates, salatalık, börek gibi şeyleri almalarını beklerlerdi. Dönüş vapuruna yetiştirmek için anlaşma yapılırdı. Kuruköfte, söğüş, sarma dolma, patlıcan kızatması gibi pratik yiyecekler evlerde hazırlanırdı. Yokuşun dibinde duran eşekçiler de hayvanlarını yormayan az yük taşıtan insaflı kişilerdi. Birkaç kavun karpuzu küfelere koyarlardı. Genellikle gezici fotoğrafçılar keyifli bir gün geçirmeye gelenlerin görüntülerini belgelerlerdi.

Göztepe’de ise arabalar istasyon binasının köprüye bitiştiği caddede sıralanırlardı.
Onların kanapeleri yolcuların yüz yüze, diz diye oturdukları bir konumdaydı. Arabaların üstleri kapalıydı. Kanapelerin arkaları açıktı. Gerekirse bükülerek katlanmış muşamba perdeler indirilirdi. İki kanepe arasındaki koridora girmek için minik bir kapıya basamakla çıkılırdı.

Sevili anneannem o sıralarda dokuz yaşında olan ilk ve tek kız torunu beni, bir yaş küçük kardeşimi ve kuzenlerimi de yanına alır hepimiz Hasan Efendi’nin arabasına binerdik. Torunları ile mutlu olan o değerli varlığımız hep orada duran helvacıdan susam ve kağıt helvası almayı unutmazdı. Ben de o günleri...

Etrafında kazların, ördeklerin dolaştığı köy çeşmesine gelince Hasan Efendi atının dizginlerini çeker, çocuk şamatasıyla dolan arabasını sabır ve hoşgörüyle geri çevirir, Göztepe yolunu tutardı...

Monday, November 28, 2016

KOZYATAĞI

İlk gençlik yıllarımız (1940-1950) dönemindeydi.

Aile bireyleri safari gibi toplu yürüyüşler yapardık. Kozyatağı İçerenköy’e yakın sade bir yerleşim yeriydi. Yolu tenha ve sakindi. Şimdi nasıl bilmiyorum. Ama uzun seneler öyle kalmıştı.

O gezilerde çevreyi de tanıyorduk. Bir sefer de ulu bir çınarın altındaki, tertemiz bahçeli, havuzlu kır kahvesini keşfetmiştik. Hemen yanındaki çeşmeyi ve etrafında dolaşan kazları, ördekleri görünce “Ben burayı daha önceden biliyorum” demiştim.

Sonra gözümün önündeki sisler dağılmıştı. Evet. Çocukken arabayla geldiğimiz yerdi! Hiç değişmemişti. Değişen bizlerdik. Yorulup mola verdiğimizde, Mehmet Efendi’nin işlettiği o huzurlu ortamda taze kahve, ince belli pırıl pırıl cam bardakta demli çay veya çınarın gölgesinde soğuk gazoz içip dönüşe geçmek bir zevkti.

O ulu çınarın güzelliğini aksettiren kimliklerini bilmediğim iki ressamın orada çalıştıklarına zaman içinde tanık oldum. Biz de bazen ailece masaları birleştirip uzun bir sofra kurar piknik yapardık. Tek tük yaşlı köylü ağaları tedirgin etmemeğe çalışırdık. Belki onlar da bir canlılık görünümünden mutlu olurlardı, şimdiki gibi kısıtlamalara kalkmaz, hoşgörü ile kahvelerini içerlerdi.

Bir gün iki teyzem beraberce o yolda giderken kendi kendine yüksek sesle söylenip lanet eden yaşlı bir kadıncağıza rastlamışlar. Merak etmişler. Kadın ikisi de öğretmen olan teyzelerime kendini tanıtıp derdini anlatmış.

Ona: “Dörtköşe Zehra Hanım” (!) derlermiş. Oğlu genç bir kadınla evlenmiş. Çocukları da olmuş. Ama tembel olduğu gibi çocuklarının yiyecekleri, eti, sütü, yumurtayı kendine ayıracak kadar da egoistmiş! Ailenin ise ürettiklerinden başka gelirleri yokmuş…

Teyzelerim yollarını Zehra Hanım’ın evine çeviriyorlar. Genç annenin neler yetiştirdiğini görerek satın alma anlaşması yapıp adres veriyorlar. O da evlere getirmeyi kabul ediyor. Güvene dayanan ticaret başlıyor.

Büyük teyzem Erenköy’de, küçük teyzemle biz yaz boyunca Göztepe’deyiz. Genç annenin şimdilik başka müşterisi yok. Haftanın bir gününü bu işe ayırıyor. Saf inek ve koyun sütünden yaptığı kaymaklı yoğurtları, emaye çukur taslara mayalıyor. Dar, uzun kesilmiş kontrplaklara üçer üçer, yan yana diziyor, üst üste koyup kare biçimli ekose bez örtünün ortasına çaprazlama oturtuyor. Karşılıklı köşeleri birleştirip sıkıca düğümlüyor.

Doğal beslenen tavukların taze yumurtalarını büyük yuvarlak saplı sepetin içindeki samanların arasına yerleştiriyor.

DNA’sı bozulmamış mis gibi kokan, kıpkırmızı kır domateslerini yapraklarına sarılı sütlü mısırları, körpe salatalıkları, dereotu, nane, maydanoz demetlerini bez torbalara dolduruyor. Hafifleri çocuklara verip, yoğurt bohçasını, sepeti kendi yükleniyor.

Trende yer bulursa, üç beş dakika ilişiyor. İneceği durak yakın.

O çocuk kadın, o hakkı sömürülmüş anne…

Herhalde bizimle akrandı. Ama hiç belli değildi.

Hala, geleceğinin karanlığı içindeki (ey) kadın!

Sen evlatlarını böyle büyüttün okuttun.

Alınterini, emeğinin karşılığı olan ürününü sattın.

Kızını satmadın...SATMA!

Sunday, November 27, 2016






YILDIRIM



Sene 1938 olmalı...
Yaz aylarını “İçerenköy”de geçiriyoruz...
Çok büyük ağaçlıklı bahçesi olan esi bir köşk yıkılmış. Yerine, iki daireli kagir bir bina yapılmıştı. Teyzemin ailesi ile beraber aynı bahçeyi paylaşmak mutluluktu.

Kiralandı.

Eski köşkten kalan ulu çamlar gölge ve serinlik verirken, yakına dikilmiş, on-onbeş ağaçlık manyolya grubu çiçek açtığı vakit etrafa mis gibi bir koku yayılırdı.

Biz aile çocuklarına sakin bir ortamda yaşamak sıkıcı gelmiyordu. Birlikte olmak yeterliydi. Teyzemin küçük oğlunun kuzusu “Sadık” hepimizin ortak sevgilisiydi.
Adı “köy”olsa da, çevrede, duvarlarla sınırlanmış, ağaçlar arasında gizlenmiş, paşalara ait köşkler vardı. Onlar da kendi geçmişlerinin hayaliyle avunurlardı. Gece hayatı, eğlenceleri yoktu. Erken gelen akşamda bahçe kapısının önündeki havagazı lambası görevli bekçinin elindeki uzun bir “meşale” ile yakılırdı. Sokak ölgün bir ışıkla aydınlanırdı. Ama pek gelen geçen olmazdı.

Biz çocuklar kendimize bir iş bulmuştuk. Dört çubuk arasına gerdiğimiz iplerin içlerine kuru çam iğnelerini doldurarak, bir oda yapacaktık. Çamların altında işe koyulduk. Hava güzeldi. Biz hevesli idik. Çalışıyorduk. Ansızın bulutlar belirdi. Kenara çekildik. Arkamızda keskin bir şıraklama ile gürültü koptu. Evden fırlayan herkes ne oluduğunu soruyordu. Biraz evvel altında olduğumuz çama yıldırım düşmüştü!.. Yukardan aşağı zik-zak bir yarık, ortadan 40-45 santim çapında kabuk parçası kopmuştu. Açık parlak çilalı tahtadan erimiş reçine süzülüyordu. Korkuyla bir dala zıplayan Sadık indirilmeyi bekliyordu.

Aradan yıllar geçti. Anne oldum. Sevgili oğlum Ali Ömer Sile ve eşi sevgili kızım Cana Çapa Sile, Zekeriyaköy’deki evlerinin bahçesinde yaşadıkları yıldırıma çarpılmalarının etkisini benden gizlediler.

Ama unutulmuyor. Adı üstünde. Yıldırıcı bir doğa olayı. Kurtulduğumuza seviniyoruz. Toplumu sarsan yıldırımlar daha çok korkutuyor.

Friday, November 25, 2016




MERHAMET


Ne kadar önemli bir kavram.

Sadece insanlara özgü bir duygu olarak da nitelenebilir. Elbette, hayvanlarda da his , sevgi ve sadakat var. Ama biliçsiz.

Ancak merhamet, sömürüye en çok hedef olan bir vasıf.

Ne yazık ki, faydalı davranışlara neden olması gereken bir nitelik, yine insan görünümlü yaratıklar elinde amaca ulaşamıyor.

“Acaba aldatılıyor muyum?” kuşkusuna düşüren olaylar ortaya çıkıyor.
Bunların bazıları örgütlü bile olmuş! İyi niyetle yapılan yardımlar yerini bulmuyor.

Yine eski günlere dönersem toplum içinde benimsenmiş, korunmuş bazı kişiler vardı. Örneğin onlardan biri Fatih Semti’nde dolaşan, kendisine “Asker” denmesinden hoşlanan zararsız bir bireymiş. Ben kendim de “İsmail” adında bir adamcağızı anımsıyorum. “Anne, on pa (para)” diye gezer, verenden alır, ama arsızlık yapmayan bir insandı. Fakat iyi yürekli anneanneciğim, köşe başında oturan, bir ayağı kesik dilencinin, geç saatte koltuk değneklerini eline alıp koşturduğunu görünce çok şaşırmıştı.

Zamanla bu işler de vicdansız yaratıkların ticaret alanı oldu. Zavallı, kimsesiz çocukları, aciz hastaları, kendileri sakat ederek dilendirdikleri ortaya çıktı. Ben de, evimizin önünden geçen, dizlerine meşinler geçirilmiş, ellerindeki takunyalarla yerde sürünen adamın gerçekten perişan mı, yoksa canavar yaratıkların o hale getirdiği bir gariban mı, diye kuşkuluydum.

Ancak, Vefa Lisesi’nin karşısına düşen , cami hayratından bir binada yoksullara yemek dağıtılırdı. Oradan yemek alan, seksensekiz yaşındaki, onurlu insan,
“Öksüz Ayşe Hanım” adıyla anılan Trakya’lı nineyi ve onun gibi nice değerli, inançlı, sabırlı kişileri saygı ve rahmetle anıyorum.

Merhametin kişisel ise gizli kalmasını dilerken, kurumlaşmış yardımların iyi yönetilmesi amaç oluyor sanırım.

Herkese, bilinçli, sağlıklı, mutlu bir ömrü, “Yurtta ve Cihanda barış” ilkesine uyarak, birlik içinde geçirmesini ummak isterim.

Thursday, November 24, 2016



Bugünkü Kovacılar Sokağı,


  Eski zamandaki seyyar satıcılar


Google Maps'de Kovacılar sokağı


KOVACILAR SOKAĞI


Dedemi ne yazık ki göremedim. Ben doğmadan iki sene önce vefat etmiş. ‘Fatih’

yangınından sonra Süleymaniye ile Vefa arasında bulunan ve Bozdoğan Kemeri’ne

yakın Kovacılar Sokağı'’ndaki 119 numaralı evi almış. Ev, bir saraylı hanıma aitmiş.

Taşınırken götüremediği bazı eşyayı geride bırakmış; o sokak ve evi çok iyi

anımsıyorum. Birbirine bitişik ahşap evler üç, dört katlıydı. Arka taraflarında

bahçeleri vardı. Dedeminkinin bahçeye uzanan mutfağının üstüne ‘tahtaboş’ denen

büyükçe bir ahşap balkon yapılmıştı. Üstü çardaklıydı. Bahçedeki asma ağacı oraya

kadar tırmanmış bölmelerin arasına sarılmıştı. Mevsiminde yapraklar arasından

üzümler sarkardı. Evlerin kuyuları olurdu. Genellikle alt kat pencereleri dışarı

çıkıntılı olur, demir parmaklıkla korunurlardı. Cumbaların tabanında ya bir çiçek, ya

bir fesleğen saksısı dururdu. Bazen de oraya evin minik bebeği oturtulur,

oyalanması sağlanırdı. Dedemin aldığın evin planı o eski sosyal kurallara uygundu

ama öyle kullanılmazdı. Sokak düzensiz taşlarla kaplıydı.

Bozdoğan Kemeri’nin altından girilince solda, Bulgar sütçünün dükkanı yer almıştı.

Gündüzleri gezici (seyyar) satıcılar gelirdi. Galiba aralarında anlaşmışlardı ki

saatleri birbirleriyle çatışmazdı.

Ciğercinin atının iki yanına dolaplar asılmıştı. Sebzecinin eşeği küfelerle çeşitli

mevsim ürünlerini yüklenirdi. Balıkçı ise peşindeki kedi sürüsü ve etrafı saran koku

ile hemen fark edilirken, biraz daha varlıklı olan satıcı demir tekerlekli at arabasına

doldurduğu kavun, karpuz, meyva, sebze satarken tekerlek gürültüsünü duyan

hanımlar onu çağırırlardı. Diğerlerinin ise kendilerine özgü melodik tanıtımları

beklenirdi.

Silivri yoğurtçusu, omuzlarına dayadığı kalın sırığına iplerle astığı tabla içindeki

büyük tenekelerdeki yoğurttan, küreğiyle aldığı parçayı ev hanımının uzattığı elma

armut desenli emaye tabağa koyardı. Eğer müşteri biraz daha koymak isterse,

içinden bozulsa da belli etmezdi. Bazen de musluk tamircisi geçerdi.

Bütün bunlar çocukluğumdan kalma gerçek anılar... Tamamen yok oldular mı?

Bilmiyorum. Ama bugün çok bilmiş, kibar gökdelenlerde yaşayanların o

komşulukları, sıcak dostlukları, hatta, dedikoduların tadını bilmedikleri kesin.

Wednesday, November 23, 2016




HIRSIZLAR


Ahlak hocalığı yapacağımı sanmayın!
Hiç öyle bir amacım yok. Tabii ki hoş görüp de onaylamıyorum. Ama çocuklara, kadınlara saldıran, insan görünümlü yaratıklara duyduğum tiksinti kadar iğrenmiyorum.
Tabii, hırsızlığın da boyutu var! Canlara mal olan veya örgütlü olanların değerlendirilmesi yetkililere ait.
Şimdi ben eskiden, gündelik hayatta büyük, bugüne göre ise komik bir olaydan bahsedeceğim. Siz ne düşünürsünüz bilmem.
Benim dinlediğim bu anekdot anneanemden.
Tarihi ‘Fatih’ yangınında konakta herşey yanmış. Şaşılası şey, bir tel dolapta duran 12 tane incecik, cam şerbet bardağının o sarsıntıda hiçbirinin kırılmaması. Tabii hemen kiralık bir ev buluyorlar. Taşınmışlar demiyorum. Çünkü eşyaları yok! Oniki bardak da yetmiyor. Dedem, anneannem, beş kızları, bir oğulları ve yardımcı hanıma ilk adımda lazım olanlardan başkaları yavaş yavaş alınıp bir tarafa konuyor. Günler yorucu geçiyor. Bir yandan da satın alınacak ev aranıyor. Gece uykuları ise derin...
Ancak dedem çağının aydın bir kişisi olarak bütün kızlarını okullara gönderiyor. İlk evlatları olan teyzem ve onun küçüğü annem gaz lambası ışığında ders çalışıp ödevlerini yapıyorlar. ( O çağın ilk üniversite mezunu kimya öğretmeni atanan Efser teyzem, Çapa’da Kız Öğretmen Okulu’nda ( İnas Darülfünunu) yatılı okuyan annem ve İstanbul Kız lisesi’ni bitiren üç kardeşleri de öğretmen olan bu kardeşler, Atatürk Cumhuriyeti’nde hizmet verdiler. )
Yine o gecelerin birinde anneannem dışarda bir ses duyunca elindeki küçük idare lambası ile odasından çıkıyor. Karşısındaki kızlarından biri değil. Hayalinde kalan ize göre kısa boylu, tıknaz, kelebek (!) bıyıklı bir adam. Elinde son ganimet Singer marka el makinesi...Heyecandan dili tutuluyor. Adam: ‘Korkma Valde Hanım!’ diye arkasını sıvazlıyor. Alt kattaki sokak kapısına kadar beraber iniyorlar. Kapıya gelince adam dikiş makinesini yere bırakıyor. Kimbilir? Belki o da iyi yürekli bir hırsızdı! Şimdikiler gibi altın bilezikleri çalmak için kol koparmağı aklına bile getirmemişti.

O, nazik tutumuyla belki el öpüp veda etmiş olabilir!

Ama, anneannem bu hadiseyi hiç unutamamış.
        
Meğer, adam bir atlı araba ile gelmiş. Bahçedeki tavukları bile kesip almış. Bütün yeni eşyayı toplayıp arabasına yüklemiş.

Bir hafta, hatta fazla, polisler eve hırsız getirmişler. Arada kelebek (!) bıyıklısı yokmuş.
Belki badem (!) bıyıklısı vardı. Ama hassas kalpli anneanneciğim ağlamalara, yalvarmalara dayanamamış, hepsini affedip giden şeyleri de helal etmiş...

Rahmetli, sevgili anneannem, yıllar boyu, evde kalan o makineyle ne güzel dikişler dikti...

Monday, November 21, 2016



YANGIN


Yangından korkarım!

Maddesel ve ruhsal hayatı bitirir.

İster güzel vatanımızın serveti olan ormanlarımızın kasıtlı yakılması
veya bir doğal nedenle yanması, bulundukları bölge bana uzak olsa bile...

İsterse, yıllar önce, büyüklerimden dinlediğim ve sevecen bir babanın (dedem) aynı yuvada kucak açtığı, 21 kişilik ailesini yaşattığı, bahçeli, müştemilatlı, ahşap konağın, uzakta başlayıp, rüzgarla gelen alevlerle bir gecede yanması olsun...

Veya gözümün önünde gerçekleşen “Washington Oteli” yangını...
Hepsi çok üzücü. Yürekleri yaktı.

Eski İstanbul’un çok büyük bir alanını küle çeviren ünlü tarihi “Fatih Yangını” kalabalık bir aileyi bir gecede üç birime bölüp, kuru tahta üstünde bırakmış. Ama her birim kalkınmayı başarmış.

Açıkta kalanlar için “Harikzedegan” yani yangından zarar görenlere, Laleli’de kagir apartman grupları yapılmış. Yerleşmişler. Yıllar sonra o binaların “Ramada Oteli” ne dönüştürüldüğünü anımsıyorum.

Laleli bavul ticaretinin geliştiği bir semt olunca oteller çoğaldı. Bizim bina Laleli ve Şehzade Cami’lerine eşit uzaklıktaydı. Önümüz ayrı yönlerden gelen yolların kavuştuğu küçük bir meydandı. Karşımızdaki evlerin yerine “Washington Oteli” yapıldı. Bir sabah metalik sesle duyurulan anons, park edilen bütün arabaların çekilmesini öneriyordu.

İtfaiye grubu yakındaydı. Washington Oteli yanıyordu!..

Kullanılan sentetik maddeler alevlerin yayılmasını hızlandırmıştı...O gece gelen turistler uyuyorlardı. Durum korkunçtu. Ne yazık ki can kaybı da oldu. Geriye yıkıntı ve moloz kaldı. Kurtulanlar için mal değil can önemli. Can sadece insanlar için mi? Otelin bodrum katında yuvalanan hayvanlardan kaçabilenler bizim arka bahçemize ve buldukları kovuklara gizlenmişler ki, geceleri onlara saldıran daha güçlü sansarların da olduğuna tanık oldum. Ama onlar da hayvandı.

Fakat şimdi, ne yazık ki, yurdumuzda, insan görünümlü vahşi, vicdan ve ahlak yoksunu saldırgan yaratıkların, çocuklara, kadınlara saldırdıklarına tanık oluyoruz. Hatta kendi aralarındaki cinayetleri gördükçe, Türkiye’yi utanç içine düşürenlerin sinsi sinsi yaptıkları ortaya çıkarken, ört bas edilmeden hak ettikleri cezayı almaları gerekiyor.

Hiçbir kimsenin bir toplumu, bir ulusu, kendi iğrenç amaçları, sapık inançları, maddi ihtirasları uğruna doğru yoldan çıkartmasına izin verilemez.

Dağ başlarında yaşayan et oburların da yangın sonucu kente gelip insanlar arasına karıştıkları, bir yerlerde fırsat kolladıkları çok ürkütücü.


Bu bilgi ile yaşamak, çaresini bulma çabasında bulunmamak veya gevşek davranmak, nice maddesel, büyük yangından çok daha fazla yürek yakıyor.

Sunday, November 20, 2016




11 Kasım 2015 tarihinde Youtube'da yayınlandı



Akasya'nın konuklarından Münire Durgun,
10 Kasım'da yine konuklarımızdan
Ressam Nihal Erem'in
Atatürk'e hitaben kaleme aldığı mektubu okuyor.

Wednesday, November 16, 2016


1. Boğaziçi Köprüsü ilk gün zarfı



Saffettin Sile Prens Philip'le birlikte



Bu mektup arkasından da  sunumlarından 
ve kendisini ağırlamasından memnun olan Duke of Edinburg Prens Philip
Saffettin Sile'ye Sir ünvanını vermiştir.



Yapıldığı zaman, Amerika dışında dünyanın en büyük asma köprüsü olması nedeni ile 
Dünya Liderlerinin de ilgisini çekmekte ve ziyarete gelenlere de, tanıtım 
çoğunlukla konu hakkında en bilgili şahıs olan 
17. Bölge Müdürü Saffettin Sile tarafından yapılmaktaydı. 
Yukarıdaki fotoğrafta Podgorny (Sovyetler Birliği Devlet Başkanı) ile birlikte
aşağıdaki fotoğrafta ise Podgorny'nin de aralarında olduğu bir heyete brifing verirken...






Boğaz Köprüsü açılışı akşamı tertiplenen resepsiyonda 
Nihal Erem (Sile), Saffettin Sile ve zamanın Karayolları genel Müdürü 
Atalay Coşkunoğlu ile eşi misafirleri karşılıyorlar.


 Nihal Erem'in yazısında bahsettiği gibi
emeği geçenlerin eşleri olan hanımlar çok şık, çağdaş ve zevkli giysileri, uygar davranışları ve kültürleriyle, Cumhuriyet Kadını’nın simgesi olmuş, yabancı konuklardan övgü almışlardı.

İSTANBUL’DA TÖRENLER


İstanbul’un fethinin 500’üncü yılı ve Cumhuriyetimiz’in 50’inci yılında ‘Boğaz Köprüsü’nün açılışı kutlamaları...

29 Mayıs 1453...Unutulmayacak özel ve önemli bir tarih.
Evet, 1453’den 1953’e...
Fetihten beri tam 500 yıl geçmişti...
Beş yüzyıl! O günü anımsıyorum.

Kişisel hayatımıza göre ne kadar uzun bir zaman. Ben, kardeşim ve kuzenlerim de artık eski çocuklar değildik. Yirmi yaşlarını aşmış gençlerdik. İşte yine Beyazıt Meydanı. Hepimiz oradayız. Fetih bayramını kutlayacağız. Her yaştan insan alanı doldurmuş. O dönemde televizyon, cep telefonu, internet yok. Radyo haberleri, programları dinleniyor.

Gazeteler ve ağızlarda dolaşan sözlü ajanslar,
‘Bu özel gün için’ yapılacak törenleri ve gösterileri yayınlıyorlar.

Gece şenlikleri olacakmış!
Herkes heyecanlı. Sabırsızlıkla havanın kararması bekleniyor.

Meydanı bir uğultu sarmış. İlk patlama!

Nefesler kesiliyor. Bütün başlar gökyünüze çevriliyor.

Renkli, parlak yıldız yağmuru başlıyor...

Bazıları kümeler gibi. Aralarında birleşip, mehtap oluşturuyor. Kimileri füze gibi keskin bir sesle fezaya fırlıyor, orada açılıyor. Rengarenk ışıklar serpiliyor. Bir renk cümbüşü gözleri kamaştırıyor. Hayranlık çığlıkları alanı inletiyor. Herkes bu rüya aleminin etkisiyle büyülenmiş!

İstanbul semaları böyle bir şölene ilk defa tanık oluyor.

Fethin 500’üncü yılını kalplerde minnet ve coşku ile kutladığımız o günden beri
tam 63 sene geçti. 15 Kasım 2016’ya ulaştım. 91’inci yaşıma girdim.
Pek çok dinsel ve ulusal bayram yaşadım. Fakat, fethin 500’üncü, Cumhuriyetimiz’in 10’uncu ve 50’inci yıl kutlamaları belleklerde ayrı yer aldı.

İstanbul 29 Ekim 1973’de
“Boğaz – içi Köprüsü” nün açışılı ile Asya’nın Avrupa’yla birleşmesine sahne oldu.

Asırlarca var olan imparatorluklara başkentlik yapmış bu ünlü , tarihi şehir,
her zaman gündemdeydi. Gelişmiş, nüfusu artmış, iş hacmi çoğalmıştı. İki yakayı birleştirecek asma köprü yapma gereksinimi doğmuştu. Araştırmalar, etütler sonunda “İstanbul Çevre Yolları ve Boğaziçi Köprüsü” projesi ortaya çıktı. Bütün dünyanın ilgi odağı olan çalışmalar başladı.

Bu hizmetleri yürütmek için, Karayolları Teşkilatı’nda “17. Bölge Müdürlüğü “ kuruldu. 17’ci Bölge Müdürü Ö. Saffettin Sile eşimdi.

İngilizler, Japonlar da proje ortaklarıydılar. İnşaata başlandı. Özverili, gayretli çalışmalar sırasında, Prens Philip ve Podgorni gibi birçok yabancı devlet büyükleri, başkanları, yöneticileri, teknik elemanları İstanbul’a gelerek köprü inşaatını gördüler. Bu faaliyet mühendislik ve ekonomik yönden gerektiği gibi disiplinle tamamlandı.

Açılış töreni için, Cumhuriyetimizin 50’inci kuruluş günü olan 29 Ekim 1973 tarihi saptanmıştı. Tören Anadolu yakasından başlayacak, açılışı
Sayın Cumhurbaşkanımız Fahri Korutürk yapacaktı.

Hazırlıklar yapılmış, her yer donatılmıştı. Günlerdir beklenen bir heyecan sona ermek üzereydi. Asya ile Avrupa birleşiyordu. Çoşku büyüktü. İstanbul halkı tepelerden, yamaçlardan, yollardan seller gibi köprüye akıyordu. Güvenlik birimlerinin koruduğu bariyerler ardında biriken insanlar “Köprü”ye ilk girenlerden olmak için sabırsızlanıyorlardı. Konuşmalar bitmiş, kurdele kesilmiş, heyet yürürken marşlar çalınıyordu. Bariyerlerin kaldırımasıyla bir uğultu koptu. Herkes koşuyordu! Köprünün üstüne yığılmış, marşa uyumlu ritmik bir tempoyla yürüyüşe geçmişlerdi.

Eşim Saffettin Sile sararmış bir yüzle yanımdan ayrıldı. Marş sesleri sustu.

Ne oluyordu? Arkama baktım. Eşim yüksek bir yere çıkmış, elinde megafon
“halk”a hitap ediyordu!..

Amacı; marşlara eşlik ederek tempolu yürüyenlerin, aynı anda basılan adaımları köprüde mühendislik açısından tehlikeli titreşimler yaratığı için için bir an once yürüyen kafileyi durdurmakmış. Korkulu bir rüyada gibiydim.

Birisi elimden tutup çekti. İnişli çıkışlı, taşlı, dikenli bir yamaçtan bilmediğim bir yere götürülüyordum. Algılama yeteneğimi kaybetmiş halde bir binaya girdim. Kalabalık fakat sessizdi. Endişeli bakışlara anlam veremiyordum. Bilinçsiz geçen zaman ne kadardı? Birden eşimi gördüm! Kıpkırmızı olmuş yüzüne çivilenmiş yoğun ifade, korku ve heyecanı mıydı? Yoksa başarmanın mutluluğu muydu?

Belki de bu karşıt hisler benim zihnimden ona yansıttığım kendi yaşadıklarımdı. Çözmeye çabaladığım sırada, bütün mühendis arkadaşları etrafını kuşattılar... Meraktaydılar.

Sonra bedenimdeki kasıntıdan kurtuldum ve yüreğimdeki huzurla eve döndüm. Anıtsal bir eser asırlarca ulusa ve bütün insanlara hizmet edecekti.

Ama daha gün bitmemişti. Gece, ‘Boğaziçi Köprüsü’nün açılışı şerefine verilecek resepsiyon vardı. Telaş olmasın diye eşimin smokinini ve benim o gece giyeceğim siyah abiye giysimi hazır etmiştim. Vakit gelince giyindik. Uzun siyah elbisemin mavi renkli saten kumaştan yapılmış verev ve uzun kemerinin üzerine, aynı maviden, açık, koyu tonlu çiçeği iliştirdim. Artık hazırdık.

Bu mutlu Cumhuriyet Bayramı’mızın iki Anakara’yı da birleştirmeğe vesile olması sevincimizi ikiye katlıyordu. Düzenlenen seremonide bütün emeği geçenlerin eşleri olan hanımlar çok şık, çağdaş ve zevkli giysileri, uygar davranışları ve kültürleriyle, Cumhuriyet Kadını’nın simgesi olmuş, yabancı konuklardan övgü almışlardı. Davetliler mutlu ve neşeliydiler.

Şimdi düşünüyorum.
Geçen 43 yıl neler getirdi?

Yoksa götürdü mü?

Birinci Boğaz Köprüsü açılışı resepsiyonunda 
giydiğim elbisenin çiçeğini bir kutuya koymuştum.
Taşınırken hatıra kıymeti bilen kızım Ayşen de 
saklamış, bugün yerini buldu sanırım.


Tuesday, November 15, 2016

KIŞLAR

Mevsimler de değişiyor. Araştırmacılar bu farklılaşmada, insanların yaşama biçiminin ve kullanılan maddelerin de etkisi olduğuna dikkat çekiyor. Kutuplarda, buzulların bile çözülmeğe başladığını belirtiyorlar. Bu süreç uzun zaman alır sanılabilir. Fakat ben, 90 yıldan bu yana, bu gelişmeyi fark edebildimse, uyarıların önemli olduğu anlaşılıyor. Çocukken kışlar daha soğuk, baharlar ılık, yazlar sıcak geçerdi. Mevsimlerin düzenli olduğunu anımsıyorum.
İstanbul’da Beyazıt’ta üç katlı, 8 odalı, bahçeli, ahşap bir evde doğdum. Cumhuriyetimizin kuruluşu ile başlayan kalkınma, devrimlerin uygulanması, çağdaş eğitime geçilmesi, eski dönemi kapatsa da doğa şartları değişmemişti ki... Kış gelecekti!
Sonbahar hazırlıkları başlardı. Damlar aktarılır, onarımlar bitirilir, odun kömür alınır sobalar kurulurdu. Önceden hazırlanan tarhana, erişte, çeşitli meyvalardan yapılan rengarenk reçeller kavanozlarla kiler dolaplarında yerlerini alırlardı. Domates, biber salçaları kaynatılır. Ihlamurlar kurutulurdu. Sandık odasındaki kışlık giysiler elden geçirilir, yazlıklarla yer değiştirirlerdi. Savurganlık yapılmazdı. Küçülenleri giyebilecek çocuk yoktu. Tam bir sene sonra doğan kardeşim erkekti. İkiz gibiydik. Giysi konusu beni sevindirecek yerde sıkardı. Çünkü konfeksiyon gelişmemişti. Provalar uzun sürerdi! Acaba ‘’bulup da bunamak!’’ mıydı? Dondurucu kışlarda saçaklardan kılıç gibi buzlar sarkardı. Okula giderken, fanilemizin üstüne giysimizi, siyah önlüğümüzü, hırkamızı giyerdik! Durun daha bitmedi. Çoraplarımızın üzerine de esnek kumaştan yapılmış mısır tanesi gibi dizili düğmelerle iliklenen, bacak boyuna uygun ‘Getr’ denen nesneler takılırdı. Yağışlı havalarda ise paltolarımızın üstüne ‘Gamsele’ denen önü düğmeli, kapüşonlu, kemerli, mavi renkli yağmurluk geçirilir, şoson takılırdı. (Tam teçhizat kıyafetimizle ‘Micheline’ marka lastik adama benzerdik. Gözümde canlanan o görüntüye şimdi gülerken ‘saf mıydık?’  ‘Hanım evladı mı?’ diye şaşırıyorum.
Sobalar da çeşitliydi. Birinci katta çıkılan ve inilen merdivenlerin önü camekanla kapatılmış, sofa altı kapılı bir odaya dönüşmüştü. ‘Salamandra’ büyük kömür sobası oraya kurulurdu. Arka bahçeye bakan günlük odada daha küçük sobanın önüne, çevresini kuşatan bir metal korkuluk konulurdu.
Öndeki büyük odaysa, mutfaktaki havagazı ile yakılan, mavi emaye kadranlı küşük bir ısıtıcı yardımıyla ılınırdı. Kadran içine yan yana dizilmiş çok sayıdaki oyuklarından dışarı baş uzatmağa çalışan sarı mavi alevcikler, boylarına bakmadan görevlerini yapmağa çabalardı. Bu yüzden de gerekmedikçe yakılmazdı.
Şiddetli kışlarda, dışarda duran ölçüm saatleri donmasın diye önlem alınır, bazen kapı önlerinde biriken karlar kürekler açılırdı. Böyle sert bir kışta, gen. bir öğretmen olan teyzem sarıp sarmalanıp bahçeye inmişti. Kardan adam yapacaktı. İşe koyuldu. Kardeşimle pencereden izliyorduk. Bize gülücükler yollamasına karşın ellerinin çok üşüdüğü belliydi. Buharlar çıkan nefesi ile ellerini ısıtmaya çalışıyordu. Gözümüze çok büyük görünen gövde tamamlanınca, koca bir top olan baş yerine oturdu. Klasik, kömür gözler, havuç burun ve portakal kabuğu da adamı gülümsetti. Ponponlu külahını giydi. Ekose kaşkolü boynuna dolandı. Uzun saplı süpürge yanında dayandı. Alkışlarımız ellerinin sızısını gidermiyordu ama, bize ‘Kardan Adam’ verme mutluluğu yetmişti.
Soğuk ve uzun kış akşamları, holdeki salamandra sobanınetrafında toplanırdık. Alt kapağın camları ardında kırmızı, turuncu, sarı alevler oynaşırdı. Üstteki bombeli, parlak ve süslü dökme demir kapak kaldırılınca, dizilip kebaplaşan kestanelerin çıtırtıları, özel kapta patlatılan mısırların hoplayıp zıplama pıtırtıları ve sonra portakal veya kavrulan elma kabuğunun esansı çevreye yansırdı. Dışarda karlar savrulurken salepçinin, bozacının, helvacının melodik sesleri duyulurdu. İlerleyen gecede, zaman zaman yaklaşan ve uzaklaşan bekçinin düdüğü güven verirdi. O kış, her sabah baktım. Kardan adam küçülüyor muydu? A, a, a! Baş yok! Külah ve kaşkol cıvımış kar içinde yerde sürünüyor, süpürge yere yatmış...
O yaz teyzem evlendi. Kağızman’a gitti.
İstanbul da değişime ayak uyduruyordu. Fakat daha iklimi şaşırtan gökdelenlere, yaygın kalorifer sistemine, doğal gaza, kalabalığa, artan trafikle genişleyen şehir sınırına ve sosyal sorunlara vakit gelmemişti. Biz de yavaş yavaş çocukluktan çıkıyorduk. Kent içindeki bahçe iki – üç katlı ahşap evler gitgide azalıyordu. Bir sürek sonra biz de babamızın yaptırdığı betonarme eve ailece taşındık. Hayat sürüp gidiyor.
Ama başka (Kardan Adamımız) olmadı!..


Monday, November 14, 2016



Nihal Erem's own hand writing. 
Due to diabetes she has only %10 vision. 
With the help of a magnifying, projection device she can read, write and solve her daily puzzles. 
All of her articles are first written on a pre-underlined paper under this device. 
Than Aysen or myself are writing them on the computer. 
But this time we wanted to show the publishing stages so you can witness 
the hardship and her dedication. 

Also this might maybe help another person who has impaired vision.





YEARNING







İLETİŞİM


Yaratıcı’nın yarattığıyla iletişimi için var ettiği bu evrende canlılar, kendi türlerine göre aralarında ve diğerleriyle anlaşıyorlar... İnsanlar da, en ilkel çağlardan beri, haberleşme yolları aradılar. Toplum hayatı dilleri oluşturdu. İletişim için bazen bir kuş, bazen yoğun duman veya bir ıslık, ya da ateş araç seçildi. Uygarlık ilerledikçe, insanlığın ruhsal gelişimini sağlayacak ve Tanrısal iletişimin rehberleri olan kutsal kitaplar, geniş kitleleri etkileri altına aldılar.

Ne yazık ki, tanışmayı, anlaşmayı, birleşmeyi içeren iletişim amacından saptı. Din adı altında, kurumsallaşmış bir sistemin elinde değişti. Zulümlere, kan dökülmesine yıkımlara alet edildi. Vicdanlarda yer bulmadı.

Evet çok ilerleyen bilim ve teknolojiyle buluşlar oldu. İletişim ağı inanılmaz boyutlara ulaştı. Bugün, ben bile, Blog’la dünyaya açılabiliyorum! Tabii bunda oğlum M. Faruk Sile ile eşi Ayşen Gürel Sile’nin çok büyük destteği, payı ve emeği var. Onların teşvikleri ve uğraşılarıyla, yaşadıklarımla, büyüklerden dinlediklerimle, geçmişi bugüne getirebiliyorum.

Çocukken iletişim daha kısıtlıydı.
Tabii, telgraf, telefon, radyo, kitap, gazete, dergi, vapur, tren, tramvay, otomobil çağında doğdum. Elbette onlar kendi alanlarında iletişim araçlarıydı. Ancak medeniyetlere sahne olmuş, kültürlü, inançlı çok büyük bir ülkenin şehri İstanbul’dan söz ederken gerçekçi olmak istiyorum.

Cumhuriyetimizin ilk yıllarını ve olayları yaşamış olarak anılarım Blog’da yer alırsa ne kadar ilginç? Bilmiyorum. O vakit tüm dünyayı saran, haritaları değiştiren, kanlı savaşları yaşamış ulusumuzla yeniden kalkınıyorduk. Kadınları, erkekleri öğretmenler olarak, hizmet veren kalabalık bir aileydik. Görevleri dolayısıyla, aile birimleri İstanbul’da ve yakın semtlerde otururlardı. Birbirleriyle yakın iletişim içindeydiler. Olaylar, haberler, neşeler, üzüntüler paylaşırlardı. Bu özgün tarihli yaşlı kent, yorgun düşürülmüştü. Fakat sevgili Atatürk, çağdaşlaşma, ilerleme ve başarma aşısını damarlara zerk etmişti. Sanki bir iletişim şaheseriyle, ilkeleri ve devrimleri kabul ettirip ulusu diriltti. Artık hedef belliydi. İletişimi, sevgiyi, birliği engelleyen her türlü gerici akımlar, dildeki ağdalı sözcüklüklerle kısıtlanan uygarlık kapısı yeni ufuklara açılacaktı... O dönemin, özverili, idealist öğretmenlerini unutmadığım ve minnetle, rahmetle andığım gibi, bugünün iletişim olanaklarından yararlanan aydın fikirli Cumhuriyet ilkelerine bağlı olan eğitimcilere saygı ile teşekkür ediyorum.

Babam da hem bir hoca, hem de Türkiye’nin Belçika’dan mezun ilk elektrik mühendislerinden biriydi. Belediyede Fen işleri danışmanı olarak ve tesis kurulmasında görev alıyordu. O nedenle evimizde telefon vardı. Fakat çoğunlukla, küsmüş gibi suskun dururdu. Ancak babam aranınca zili çalardı. Ya biz? Kimsenin evinde telefon yoktu ki... Küçük yaşta tanıştığımız o araç küçük bir sehpa üstünde yalnızdı. O aparey siyah yuvarlak bir tabana yerleşmişti. Sıfırdan dokuza kadar sayıların dizildiği numeratör de oradaydı. Tam ortada dik duran siyah boru 15 – 18 santim boyundaydı. Huniye benzer bir ahizeyle sona ererdi. Ona konuşulurdu. Yandaki askıda duran kulaklık sesi dinlemeğe yarardı. Konuşma bitince yine yerine asılırdı. Kentlerde yaygın olmadığı için iletişim detaylı mektuplarla sağlanırdı. Önemli ve acele durum varsa telgraf çekilir, en az sayıda sözcükle havadis ulaştırılırdı. Teknik sorun mu vardı? Parasal gereklilik mi? Bilmiyorum. Fakat tanıdığımız bir annenin evladını merak ederek yazdığı mektuba gelen yanıtın: “Ölmedim” olduğunu anımsarken, durup dururken meraklanan annelere kıyasla, şimdiki annelerin evlatları için korkacak ne çok konular olduğunu görerek üzülüyorum.

İletişimin bir boyutu beyinle yürek arasında. O sorunların çözümü önemli.

Merhametin kaynağı ve sahibi “YARATAN” ile yaratılanın iletişimi ise içten gelen duygu ve DUA’larla...