Friday, July 7, 2017





KARARTILI YILLAR

(1937) SENESİ. Dünyayı tedirgin eden birçok olayın başlangıcıydı. Yılın yarısı geçmişti. Avrupa huzursuzdu. Ekonomik ve politik çekişmeler ortaya çıkıyordu. Ufukta savaş tehlikesi vardı.
Vatanda ise Atatürk’ün: “YURTTA SULH, CİHANDA SULH” ilkesi ile, (Hatay) problemi çözülmüştü. Artık Türkiye’nin bir vilayeti olmuştu. O büyük insanın öngörüsü kanıtlanmıştı. Böyle heyecanlarla (1938) yılına girildi. İlkokul bitirme sınavına hazırlanıyorduk. Ancak sıkıntılar peş peşe geliyordu. Çok üzücü olay ise, (Atatürk Hasta) haberiydi. Radyoda yayınlanan sağlık raporu endişeyle izleniyordu. Tedavi sonuç vermiyordu.
Okullar Eylül’de açıldı. Ekim sonra Kasım. Ulusumuzu mateme boğacak, dünya tarihini etkileyecek acı kayıp yaklaşmakta.
10 Kasım 1938. Sabah saat dokuzu beş geçiyor.
Bütün yürekler, bu unutulmaz yeri doldurulmaz, büyük insanın vefatı ile yanıyor.
Sevgili ATATÜRK! Vatan sana minnettar… Bu içten gelen bir teşekkürdür.
Zaman durmuyor.(1939) geldi bile…
Ne yazık ki, silah üreticilerinin kişisel gelirleri ve ülkelerle devletlerin daha geniş çıkarları için başlatılan savaşlar sona ermiyor. (1939) da patlayan “İkinci Cihan Harbi” altı sene sürdü.
Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasıyla (1945)’de sona erdi. Milyonlarca cana mal olan bu kıyım, acaba kime ders oluyor.
O dönem, Türkiye olarak biz , (İsmet İnönü ve Kabinesi)’nin başarılı yönetimiyle savaşa girmedik. Fakat o felaket yıllarına kıyasla yaşanan sıkıntılar, korkular bir hiç gibiydi. Gençler başkaları uğruna ölmemiş, ordumuz bölünmemiş, vatanımız harp olmamıştı. Kişisel boyutta en büyük sarsıntı eğitimimizle ilgiliydi. Okulumuz değişmiş, arkadaşlardan ayrılmıştık.
1942 yılı da korkuluydu. İstanbul konumu bakımından sakıncalıydı. Yaz için gerek güvenlik, gerekse aile beraberliğini koruma adına uygun semtler aranıyordu.
Şehire yakın, bir kırsal bölge seçilmeliydi. İçerenköy, Kozyatağı gibi. Oralarda, yeni yapılmış, çevrede köy yaşamını sürdüren ailelerin yaşadığı yerler vardı. Bulunan ev iki katlıydı. Ön yüzünden, üstten bahçeye inilen, geniş bir merdiven yapılmıştı. Bina yeterli, etraf tenha ve sakindi. Bahçede yetişmiş çamlar, meyvalar vardı.
Akşam sessizliği çökerken. Bazen ağıllarına dönen ineklerin çıngırak sesleri aksederdi. Ara sıra garip baykuş çığlığı içleri titretir. Ötüşen kuş sürüleri yuvalarına dönerdi. Esintiye göre koyunların kendilerine özgü kokuları duyulurdu.
Hava kararınca sokaktaki gaz lambası, görevli elindeki uzun meşaleyle yakılırdı. Yol solgun ışıkla aydınlanırdı. Bir seferde, bomba sanarak gündüz vakti, bahçedeki çama düşen yıldırımdan korktuk. Kuzenimizin kuzusu “sadık”’ın zıplaya zıplaya merdivenden inip çıkmasına güldük…
Savaşın dehşeti içinde gülmeyi unutanlar vardı. Avrupa kan ağlarken, İstanbul ve yurtta karartma uygulanıyordu. (1944)’te Suadiye’de tren istasyonunun ardındaydık. Şimdi inanılmaz. O semtler kırsal alandı. Her an savaşa itilebilirdik. Zaman zaman alarm verilip, siren çalıyordu. (1945) te atom bombası ile son verilen vahşete “savaş bitti” diyebilir miyiz?
Artık (2017) yılındayız. Gerideki kara dönemden bugüne bakınca, hiç ders alınmadığının kanıtı, çok yazık…



Süreyya Plajı

Florya Plajı

Atatürk'ün Polonezköy'ü ziyareti

Polonezköy

Fotoğrafları Internet'ten alarak yazıya renk katsın diye ekliyoruz.
Umarım telif hakkı yoktur. Eğer kullandığımız fotoğrafların telifi var ise bildirilmesini rica ederiz.



BAHAR VE YAZ

Bu sene bahar gelmekte nazlandı. (2017) Yılının Nisan ve Mayıs aylarında hava değişkendi. Tam “güneş gözüktü” derken gök gürledi. Sıcak beklenirken, kalın giysiler arandı. Aniden boşalan bulutlar  sellere neden oldu. Yazı özlerken, anılar canlandı. Ailece yaptığımız yürüyüşler aklıma geldi. O zamanlar “Mecidiyeköy” kırlıktı. Sırtları aşıp “Ortaköy’e inerdik. Ilık havada erikler, katır tırnakları, erguvanlar çiçek açmış olurdu. Etrafın rengarenk güzelliğini seyretmek için mola verdik.
Baharın ardı yazdı. Sonra kışlar ve birkaç yıl geçti fakat çocuklar biraz büyüyünce kiraz mevsimini kaçırmadan Polonezköy’e gitmeyi tasarlamıştık. Göztepe’deydik ev sahibimiz, “Madam Çelina” ‘nın evine gitmemizi önermişti.
“Polonya” asıllı, Madam Çelina’nın evine vardığımızda öğlen vakti geçmiş, herkes acıkmıştı. Bayan Çelina hiç telaşlanmadı. Yarım saat içinde sofrayı tavuk, patates, patlıcan kızartmaları, salatalar gibi çeşitli yiyeceklerle meyve ve kirazlarla donattı. Hatta öğle uykusu isteyene, yatak bile açacaktı.
 Aile gezileri, yazlıkta olmamıza rağmen, ara sıra gündeme geliyordu.”Şile ve Dolmalı” gibi yerler doğal güzelliklerini koruyorlardı. “Dolmalı” da, akraba olduğumuz “Çalım” Ailesi’nin dedelerine ait, eski bir av köşkü varmış. Yıllar içinde yağmalanmış yok olmuş.
Gençler çevresini görmek istiyorlardı. İlgilenen dört aile grubu, kafile halinde yola çıkılmıştı. Ara sıra arabalar durdurulup çevreye bakılıyordu. Adres soruluyordu.
Sonunda seyrek ağaçlı çalılık bir düzlükte durmuştuk. Karşımızda Karadeniz, ufukta mavi gökyüzüne bitişiyordu. Galiba aradığımız yer burasıydı. Fakat kime soracaktık? Etrafta kimse yoktu. Ama yolda gelirken arkamızdan yaklaşan bir araba sesi duyulmuştu. Onu bekleyecektik.
Nihayet küçük bir kamyonet göründü. Kasasında eğlenen roman gençler, darbuka ile tempo tutuyorlardı. Esmer ve kıvrak vücutlu bir genç kız ayakta dans ederken elinde zilli tefi sallıyordu. Bazıları şarkı söylüyor, diğerleri alkışlıyordu. Yardım neşeyle gelmişti. Sahile iniş kolaydı. Karşıdan gelen şiddetli dalgalar kıyıya çarpıp köpürüyor. Serpintiler on metre yükseğe savruluyordu. Hırsını  dindiren sular, geri çekilirken çakılları sürüklüyordu. O taşlar arasında farklı renkli olanları seçerken , belki de, av köşkünün kalıntılarından izler vardı. O rüzgarlı günde kimse denize girmemişti.
Oysa o dönemde Marmara denizine kıyısı olan yazlıklarda sokakların çoğu denizle sona erer ve betonlanmamış kıyılarda yüzülürdü. Süreyya ve Florya  gibi büyük plajlar halkın gün boyu  güneşlenip yüzebildiği yerlerdi. Serinlemek isteyenler için ağaçlı kır kahveleri, çay bahçeleri önemliydi.
Bazı piknik alanları ailelere en uygun şartlarla hizmet verirlerdi. O vakit insanlar sade bir yaşamdanda zevk alır başkalarının seçimlerini hoş görüyle karşılarlardı.
Yaz geceleri ise açık hava sinemaları vaz geçilmez bir ihtiyaçtı. Rahatını sevenler sandalyelere koymak için (25 kuruşa) Yastık kiralar, eğer çok titizse evinden getirirdi. Patlamış mısır, çekirdek, leblebi gibi eğlencelikler ve antrakta, frigo gibi dondurmalar olmadan olmazdı. Yaz geceleri uzundu. Gezgin satıcılar çok çeşitti, alıcılar ise iştahlı bugün nasıldır? Bilmiyorum. Belki de hala aynıdır.