KARARTILI YILLAR
(1937) SENESİ. Dünyayı tedirgin eden birçok
olayın başlangıcıydı. Yılın yarısı geçmişti. Avrupa huzursuzdu. Ekonomik ve
politik çekişmeler ortaya çıkıyordu. Ufukta savaş tehlikesi vardı.
Vatanda ise Atatürk’ün: “YURTTA SULH, CİHANDA
SULH” ilkesi ile, (Hatay) problemi çözülmüştü. Artık Türkiye’nin bir vilayeti
olmuştu. O büyük insanın öngörüsü kanıtlanmıştı. Böyle heyecanlarla (1938)
yılına girildi. İlkokul bitirme sınavına hazırlanıyorduk. Ancak sıkıntılar peş
peşe geliyordu. Çok üzücü olay ise, (Atatürk Hasta) haberiydi. Radyoda
yayınlanan sağlık raporu endişeyle izleniyordu. Tedavi sonuç vermiyordu.
Okullar Eylül’de açıldı. Ekim sonra Kasım.
Ulusumuzu mateme boğacak, dünya tarihini etkileyecek acı kayıp yaklaşmakta.
10 Kasım 1938. Sabah saat dokuzu beş geçiyor.
Bütün yürekler, bu unutulmaz yeri doldurulmaz,
büyük insanın vefatı ile yanıyor.
Sevgili ATATÜRK! Vatan sana minnettar… Bu
içten gelen bir teşekkürdür.
Zaman durmuyor.(1939) geldi bile…
Ne yazık ki, silah üreticilerinin kişisel
gelirleri ve ülkelerle devletlerin daha geniş çıkarları için başlatılan
savaşlar sona ermiyor. (1939) da patlayan “İkinci Cihan Harbi” altı sene sürdü.
Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasıyla
(1945)’de sona erdi. Milyonlarca cana mal olan bu kıyım, acaba kime ders
oluyor.
O dönem, Türkiye olarak biz , (İsmet İnönü ve
Kabinesi)’nin başarılı yönetimiyle savaşa girmedik. Fakat o felaket yıllarına
kıyasla yaşanan sıkıntılar, korkular bir hiç gibiydi. Gençler başkaları uğruna
ölmemiş, ordumuz bölünmemiş, vatanımız harp olmamıştı. Kişisel boyutta en büyük
sarsıntı eğitimimizle ilgiliydi. Okulumuz değişmiş, arkadaşlardan ayrılmıştık.
1942 yılı da korkuluydu. İstanbul konumu
bakımından sakıncalıydı. Yaz için gerek güvenlik, gerekse aile beraberliğini
koruma adına uygun semtler aranıyordu.
Şehire yakın, bir kırsal
bölge seçilmeliydi. İçerenköy, Kozyatağı gibi. Oralarda, yeni yapılmış, çevrede
köy yaşamını sürdüren ailelerin yaşadığı yerler vardı. Bulunan ev iki katlıydı.
Ön yüzünden, üstten bahçeye inilen, geniş bir merdiven yapılmıştı. Bina
yeterli, etraf tenha ve sakindi. Bahçede yetişmiş çamlar, meyvalar vardı.
Akşam sessizliği çökerken. Bazen ağıllarına
dönen ineklerin çıngırak sesleri aksederdi. Ara sıra garip baykuş çığlığı
içleri titretir. Ötüşen kuş sürüleri yuvalarına dönerdi. Esintiye göre
koyunların kendilerine özgü kokuları duyulurdu.
Hava kararınca sokaktaki gaz lambası, görevli
elindeki uzun meşaleyle yakılırdı. Yol solgun ışıkla aydınlanırdı. Bir seferde,
bomba sanarak gündüz vakti, bahçedeki çama düşen yıldırımdan korktuk.
Kuzenimizin kuzusu “sadık”’ın zıplaya zıplaya merdivenden inip çıkmasına
güldük…
Savaşın dehşeti içinde gülmeyi unutanlar vardı.
Avrupa kan ağlarken, İstanbul ve yurtta karartma uygulanıyordu. (1944)’te
Suadiye’de tren istasyonunun ardındaydık. Şimdi inanılmaz. O semtler kırsal
alandı. Her an savaşa itilebilirdik. Zaman zaman alarm verilip, siren
çalıyordu. (1945) te atom bombası ile son verilen vahşete “savaş bitti”
diyebilir miyiz?
Artık (2017) yılındayız. Gerideki kara
dönemden bugüne bakınca, hiç ders alınmadığının kanıtı, çok yazık…