Saturday, October 28, 2017

YANLIZLIK


Yaşam kuralı olarak biz insanlar ve canlılar yalnız doğuyoruz. İster ikiz veya beşiz hatta (Siyam ikizi) olalım. Fark etmiyor. Her birimiz ayrı ve tek kişiyiz. Fakat bu ürkütücü yalnızlığa karşı, Allah insanları üstün kılmak için, onlara akıl, zekâ, duygu, yetenek gibi nitelikleri. Bilinçle beraber sunmuş ve yetki vermiştir. Ancak bireyler tek oldukları için. Eşit de değildirler. Bazılarımızın doğuştun veya sonradan olan organik veya ruhsal sorunlarımız oluyor. Bu gibi durumların birer engel olduğunu biliyorum. Çünkü bende 91 yaşında sorandan ve yavaş görmez olan ve 57 senedir diyabetli bir ressamım. Fakat son iki sene evveline kadar direnebildim. Ancak çevremden gördüğüm destek bana görmezliğimi yalnızlığa dönüştürmedi.

Kendi isteğim ve bilincimle yaşamakta olduğum huzur evinde yeni dostlar komşular ve en önemlisi ileri yaşıma rağmen yeni bir bakış açısı edindim… Çünkü görmezlikle ilgili iki kırık yaşadım. Ama iyileştim…

O yüzden gencecik yaşta iyileşme şansları olmayan, birçok organlarını birden kaybetmiş kahraman gazilerimizin yanında kendi görmezliğimi abartmanın yersiz olduğunu bilincindeyim. Elbette vatanın selameti için canlarını veren şehitlerimizin geride kalanlarının yalnızlıkları ölçüsüzdür. Bu özverilerinin bedeli olan borcumuz, onların yalnızlığını paylaşmayı emrediyor. Dünyaya gelirken tek ve yalnız olsak bile, toplum halinde yaşıyoruz.

Birbirimizi etkiliyoruz. Yaşamımız boyunca pek çok olayla karşılaşıyoruz. Bakış açılarının yorumların farklı olması normal. Fakat aynı ortamda bulunmakla her bireyin kendi öz benliğinden fedakârlık etme zorunda kalacağı belli. Bu durum bazı kişilerde yalnızlık hissi uyandırılabilir. Fakat bu geçici hal kendi canına kıydıran marazi yalnızlık hastalığından ayrıdır.
Sosyal hayatta uyumu sağlamak için duygulara ve akıla eşdeğeri vermek gerekiyor.

Sevgisizlik, yalnızlığı tetikleyen duyguların başında geliyor.

Sona eren hayatlar sevildikleri oranda acı veriyor.

Arkada bırakılan özlemi dışarı aksettiren görümlü, sesli sahnelerin uzaması yalnızlık duygusunu köklendiriyor. Böyle gelenekler üzüntüyü önlemek yerine arttırıyor. Oysa çevredekilerin ilgisi ve yardım nasıl da beklenen bir davranış oluyor.
Hep yalnız olduklarından yakınanlar içe dönüklüğü egoizme alışkanlığı ilgisizliğe ve saplantıyı aldırmazlığa dönüştüren kişiler arasından çıkıyor. Onlar kimseyi sevmedikleri için yalnızlık çekiyorlar. Yalnızlığın ilacı sevgi ortam değiştirme ilgi sunan çalışmalar ve sanat dalları…





DİN VE BİLİM


Din mukaddes bir inançtır. (Dinde zorlama yoktur.) [Bakara-256]  buradaki konu tarihsel bilgi ve semavi dinlerde (bilim)  ile ilgili bahis olup olmadığıdır.  Dini kabul etmenin de evreleri vardır.  En ilkel toplumların törenli kutsamalarının (din)e dönüşmesi arasındaki zaman geçmiştir.  Akıl, fikir ve ruhen gelişmekte olan insan nesli önce kendi varlığının nedenini ve niçin burada olduğunu sormaya başlamıştır.  Evrenin büyük  ise bir yaratıcı olduğu  düşüncesine ulaştırmışır. Sonra, o ulu yaratıcıya   bulaşma yollarının aranması ( din) kavramını bir yönteme bağlamıştır. (Din)’in yaratıcı ile yaratılanı arasındaki  bağlantı ve iletişime aracı olduğu anlaşılmıştır.

Üç semavi din kitabının ilki olan ( Tevrati Şerif)  Hazreti Musa'ya indirilmiştir. (Allah'ın birliği ve ”10 emrini”  alıp yaymak) için dağa  giden Hazreti Musa idollere tapan kavimleri doğru yolu gösteren,  kitaplı bir peygamber olmuştur.

İkinci peygamber Hazreti İsa bir mucize ile dünyaya gelmiştir. İnsanlık adına getirdiği yeni fikirleri kapsayan sözleri dört aziz tarafından ( İncil’i Şerife) geçirmiştir.  Birinci bölüm olan (Ahdi Atik) değiştirilmiştir. Doğum tarihi (Milat)  sayılmış ve yeni bir çağ başlamıştır.  Fakat ilk iki semavi din kitabı da insanı ahlaken eğitimeye önem vermişledir.

Yüce Allah semavi dinlerin sonuncusu olan (Kuranı Kerimi) Hazreti Muhammed'e vahdetmiştir. Ve Hazreti Peygamberi geleni aynen bildirme görevini vermiştir

Kuranı Kerim'de akıl ile ilgili birçok ayet vardır. Kuranı Kerim (Oku) diye başlar. (Aklınızı kullanmaz mısınız? )  diye sorar, ( düşünün) der.

(Bilim) ise doğrudan akıl ile bağlantılı olduğu için din ile çelişmez.

Burada (bilgi) ile (bilimi) ayırmak gerekiyor. (Bilgi)  üç semavi dinde de var. (Bilim) ise fiziksel veya ruhsal konuları araştırma, deneme, ispatlayıp sonuca vardırma yöntemidir.

Kuranı Kerim'de ilmin değeri ve ilime yönlendirme ile ilgili ayetler vardır. İnsanları ilime yönlendiren çeşitli konular içermektedir.  

Yüce Allah'ın Kuranı Kerim'deki akıl ve akıllı kullanma ile ilmi öğrenme konusu ayetlerle bildirilmiştir. İlim öğretilmekle kazanılan çalışmakla elde edilen bir kavramdır. İlime ve akla önem vermekte olan kutsal kitabımız bugün hala tam aydınlatılmamış sırlar içerdiği kanısındayım.



Cumhuriyet Bayramı (2017)


29 Ekim Güzel Bereketli Bir Sonbahar Ayı
Cumhuriyetimizin 94. Yılı
Sevinçle Kutlanıyor Özgürlük Bayramı
Ulu Atamızın Ulus'a Armağanı
Asker Başta Atatürk Ve Arkadaşları
Ulusun Bütün Özverili Vatandaşları
En İçten Sevgi, Saygı Ve Katkıları İle Kazanıldı Cumhuriyet Bayramı
Anılacak Elbette, Bu Günler, Yıllar Yılı
Olsa Da Yaşlarımız Çok İleri
Bizde Oluruz Atatürk'ün Askerleri
Vermeyiz Özgürlüğü Uygarlığı, Laikliği Geri
Bu İlkeler Bizlere Atamızın Emaneti
Yaşadığımız Gencimiz Severiz Memleketi
Götüreceğiz Yurdumuzu İlleri
Bu Sonsuza Dek Atamızın Emri
“Yurtta Ve Dünyada Barış” Sözleri
Herkese Örnek Olacak Önerileri
Vatanımızı Kalkındırma Hamleleri
Çağdaşlığa Yönelik Eğitimi
Okulları, Fabrikaları, Trenleri
Geleceği Müjdeleyen Genç Nesilleri
Onları Yetiştiren Aydın Öğretmenleri
Bağımsızlık Uğruna Can Ve Emek Verenleri
Kalkınmaya Hizmet Edenleri
Yaşamımızı Koruyan Bütün Görevleri
Gazileri, Erleri, Askeri Saygı Ve İçtenlikle
Aziz Şehitlerimizi Minnet Ve Rahmetle Anıyor
Cumhuriyet Bayramı’nızı. Yürekten Kutluyoruz.



Monday, October 9, 2017

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE


Dünyaya gelen canlıların yaşam koşulları farklı oluyor.

Ömür süresini sadece, doğal gıdalarla beslenerek geçirmek ve o kadarıyla yetinmek, hayvanlara özgü bir hayat biçimi. Oysa insanlar toplum halinde yaşayan üstün varlıklar pek çok şeye ihtiyaçları var. En ilkel topluluklar arasında bile, mal değişimi olduğunu, tarih gösteriyor. 

Bu alış-veriş sistemi zaman içinde ticarete dönüşünce, iki tarafında onayladığı sembolik değerli bir obje, araç olarak kullanıldı. Ve bu değer ölçütü olan nesne, para kavramı ilk örneğidir. Bu sistem dünya çapında yasallaşınca, para unsuru keşfedildi ve kabul gördü.

Artık parasız hiçbir alış-veriş veya işlem yapılmıyordu. Bu yüzden para kazanmak için çalışmak şart oldu. (Para) Kavramı önemli olunca onu temsil edecek maddeler arandı. Altın, gümüş, nikel gibi maddeler ve kâğıttan para yapıldı.

Artık her emeğin karşılığı olan gelirin nasıl kullanılacağını öğreten okullar, üniversiteler var. Fakat çocuklar, bu konudaki ilk eğitimi, yine aile ortamında alıyorlar. Örnek aldıkları kendi ailelerinin gelir kaynağı değişik olabilir. Asıl önemli olan yaşanan çağın genel anlayışı… Çünkü asırlar geçtikçe hayatta yenilikler oluyor. Çocukları gerçek hayata hazırlarken, onlara verecekleri kültür kadar önemli diğer faktör, kendi kendilerine yetmeyi öğretmek olmalı. Bu bilgilere para kavramı da eklenmeli. (Para)’nın bir ‘araç’ olduğunu unutmamalı. Gerekince sarf edilir veya paylaşılır. Hediye verilir.

Kumbaraya atılırken tutumlulukla cimriliği birbirinden ayırmalı. Para hayatın her evresinde lazım olduğu için tasarruf edilmeli.

Savurganlık ise hem kişisel hem de sosyal bakımdan zararlı bir davranış.

Ancak asırlar boyu dönem dönem meydana gelen siyasi olaylarla ekonominin temel yönü değişiyor.

19. Yüzyılda saltanat süresinde borçlanma
20. Yüzyılda Türkiye ‘nin kalınması için zorunlu ve planlı tasarruf ile 1939-1945 seneleri arasında, ikinci cihan savaşı yüzünden önce sıkıntılı kısıtlama ve dışardan yardım dönemleri yaşandı.

Evet kalkınma döneminde “Lüks”ümüz yoktu. Ama demir yollarımız. Fabrikalarımız yapılıyordu. Yerleşmiş eğitim sistemimizle gençler, bilime bağlı çağdaş okullarda öğrenim görüyorlardı.

1939-1945 yılları arası, ikinci cihan savaşının getirdiği felaketleri dışardan izlemek ve sıkıntı çekmekle geçti.

Bizde ise ekmek karne ile veriliyordu. Şeker yerine kuru üzüm, pekmez, bulama yeniyordu. Kumaş olarak pazen, basma da karneye bağlıydı. Elbiseler çeketler küçüklere göre ayarlanırdı. Gömleklerin yakası ters-yüz edilir. Ayakkabılar ‘pençe’ yapılırdı. Çoraplar yamanırdır.

Geceleri karartma vardı. İstanbul ise konumu dolayısıyla daha sakıncalıydı. Fakat savaşa girip şehit vermedik. Kentlerimiz bombalanmadı. Fabrikalarımız yıkılmadı. Bağımsızlığımızı, özgürlüğümüzü koruduk. Tutumlu olmak ve beraberlik içinde yaşamak zarar değil, yarar getirdi.

Şimdi 1926 İstanbul doğumlu, bilinçli biri olarak. Hayatı bilime dayandırarak ve ileriye dönük yaşamalı diye düşünüyorum. Yaşam sürerken para kazanmak için bir işte çalışmak şart. Fakat işsizlik bir sorun.

Şimdi bu sorunu aşmak için vatansever bütün gençlerimize sesleniyorum. Sizler, biz yaşlıların umudusunuz. Özverinizle, yurdumuzu selameti uğruna, el ele verip birlik beraberlik içinde yaşarken yeni fikirler, çözümler üretin.


Allah yardımıyla başaracağınıza inanıyorum. Allah’tan yolunuzu açık etmesini, içtenlikle diliyorum.

Saturday, October 7, 2017

BAĞIŞ


Bağış yürekten geldiğinde anlam kazanıyor.

Elbette maddi manevi bütün bağışlar çok değerli. Bir paylaşım yolu.

Yarın bir eylül iki bin on yedi. Kurban bayramı. Şartları uygun olanlar görevlerini yerine getiriyorlar. Ben nasıl bir bağış yapabilirim diye düşünürken aklıma çocukluğum ve o zaman dinlediğim bir olay geliverdi. Kardeşim ve ben ilkokula yeni başlamıştık. !930’lu yılların başlarıydı.

O dönem para ile hiçbir ilişkimiz yoktu. Bayramlarda ve doğum günlerinde armağan verilirdi. Hatta para lafı etmek bile hoş karşılanmazdı. Fakat Kızılay başkaydı.

Ancak yardımlar gizli yapılırdı. Bayramlarda rozet takan kumbaracılar vardı. Onlar genellikle şehir hatları vapurlarında dolaşırlardı.

Eski adı (hilali-ahmer) olan (Kızılay)’ın rozetleri kâğıttan, beş yapraklı çiçeklere benzerdi. Her yaprakta kırmızı bir yarım ay resmi basılmıştı. Kumbaralar taşıyıcıların boyunlarında çanta gibi asılı duran silindir biçimli metal kutulardı. Üst tarafta para atmak için bir aralık bırakılmıştı.

Vapurlarda ana koridorun iki yanında karşılıklı oturanlar uzun kanepeler vardı.

Bir bayram günüydü. Vapurdaydık karşılıklı iki sırada ailece yer bulunmuştu. Pencere önleri bize bırakılmışlardı. Biraz sonra kumbaralı hanım ailemizin oturduğu sıralara yaklaşıyordu ki kumbarasını şıngırdattı. Sanki “hazır olun geliyorum” diyordu.

Benim ise param yoktu fakat büyüklerin güvencesi altındaydım. Korkmamıştım. Rozeti kardeşimle bana taktı. Kendimi katkıda bulunmuş gibi hissetmiştim. Kumbaraya bükülüp atılmış tek tük para olsa bile çoğunluk şıngırdayan ufaklıklardaydı. Ama küçümsenmezdi. Türk lirası değerliydi.

Seneler önce de aynı sistemle yardım toplandığını, dinlediğim bir olayla öğrendim.

O eski günlerde yanında parası olmayan genç bir kıza, kumbaracının yüksek sesle “hamiyetsiz” diye azarladığı duyulmuş. Oysa o ‘merhamet’sizlikle suçlanan genç kız varlıklı ve çok iyi kalpliymiş. Sadece yanında para yokmuş. Kendini savunmak yerine başını öne eğip göz yaşlarını gizlemeye çalışmış.

Bu zincirleme anılar bana bağışların yalnızca maddi olmadığını düşündürdü. Kültürümüzde vakıf kavramı var. Yenileri de kuruluyor. Yasalara bağlanıyor.

Bağış bir çeşitle sınırlamak doğru olmaz. Her birey kendinden sorumludur. Başka birini bağış yapmaya veya konu seçmeye zorlayamaz. Kişi kendi yeteneğine göre bir anlık ya da kısa süreli yahut uzun vadeli sosyal amaçlı bağış yapabilir. Bazen bir bilgi bir kelime de bağış olur. Bir ağaç dikme bir sağlık hizmeti bağış sayılır.

Organ bağışı gibi insani özverinin değeri ise çok önemli olmakla beraber. Bir hayat kurtarmak için canlıdan canlıya yapılan organ ve kan bağışı bütün insanlık niteliklerinin üstündedir.



ALÇAK GÖNÜLLÜLÜK


(Alçak gönüllü olmak) Deyimi bugün için değişik  bir anlam taşıyor. Çünkü (Alçak) sözcüğü de, deyimde olduğu gibi düzeyi ifade etmiyor.

Şimdi ise (Alçak) dendiğinde akla ilk gelen kötü bir kişilik veya ahlaksızca işlenmiş olaylar oluyor. Böyle fena niteliklerle (gönül) kavramı bir araya getirilemez.

Oysa (Alçak gönüllü) deyimi büsbütün farklı bir yerde kullanılıyor.

Geçmiş yıllarda insanlar arasındaki sosyal ilişkiler daha farklıydı. Açıkça ifade edilmese bile boş övünme, hor görme öne çıkma yüksekten bakma, bilgiçlik taslama gibi davranışları olanlar giderek ortamdaki yerlerini kaybederlerdi.

Çünkü saygısızlar toplumu rahatsız eder ve yavaş yavaş dışlanırlardı.

Toplum birbirlerine saygılıydı. Ancak kurallar yaşanarak öğrenilirdi. Dolayısıyla kişiler dostlarını tanırken söylenen lafa bakmaz. Gerçek değerlere önem verirlerdi. Arkadaşlıklar ahbaplıklar, dostluklar daha sağlam temele dayanırdı. İnsanlar arkadaş olurken gösterişe bakmaz. Öz benliğini bilmek isterdi. Sanki bir keşfetme süreciydi.

(Alçak gönüllü) olarak bilinen kişiler de beklemezlerdi. Eğer övme çok olursa, altında özel bir neden olduğunu düşünürlerdi. Aslında övgü içten gelen bir nitelik ise buna samimiyet ve olgunluk  demek gerekir. Alçak gönüllü biri kendi düzeyinin altındaki kişileri küçümseyip hor bakmaz. Maddi zenginliği ile gösteriş yapmaz. İhtiyacı olanlara yapacağı yardım gizli tutar.

Alçak gönüllü ise öne geçmez sırasını bekler. Başkasının bilgisizliğini alay konusu etmez, kendi bildiği kadarını üstünlük saymaz. Bilgisini karşısındakini incitmeden öğretir. Alçak gönüllü ise fırsat çıkarsa başkasının hakkının yemez. Tok gözlüdür.

Bütün bu niteliklerin kötü anlamı  (alçak) sözcüğü ile ne ilgisi olabilir?

Ne mutlu, gerçekten (alçak gönüllü) olana.



30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI

19. yüzyıl Osmanlı imparatorluğu sona erişini hızlandıran olaylarla dolu geçti.

Memleket ekonomik sıkıntı içindeydi. Sınırlarda kopuşlar olurken cephelerde savaşılıyordu. Fakat durum git gide bozuluyordu. Anadolu yabancı devletler tarafından işgal edilip paylaşıyordu. O zaman Mustafa Kemal paşa askerlikten istifa edip. Ulusun vicdanına seslendi 19 Mayıs 1919 da Samsun’daydı. Millet gizlenen gerçek durumu açıkladı. Ulusu uyandırdı.

İşte asıl başarı buydu.

Çünkü bütün halk birlik olmuştu. Erkekler canları ortaya atarak savaşa koştular. Kadınlar kağnılarla silah taşıdılar. Çocuklar haber alıp götürdüler. Çünkü bu özgürlük uğruna girişilen bir savaştı. Vatan kurtuluyordu.

Aziz başkomutan Mustafa Kemal yönetimindeki ordu.

26 Ağustos 1922 de Dumlupınar’da başlayan büyük taarruz 30 Ağustos 1922 de kesin zaferle sonuçlandı. Düşmanlar sürülerek 9 Eylül 1922 de İzmir’e girildi. Artık vatanımızda yabancı kuvvetler geldikleri gibi gitmişlerdi. Ama çok can kaybedildi.

Gazi Mustafa Kemal paşa 29 Ekim 1923 de Türkiye Cumhuriyetini kurdu. İlkelerinin en önemlilerinden biri olan “Yurtta barış, Cihanda Barış” ın değeri hergün biraz daha iyi anlaşılıyor.

Bugün 95. Yılını kutluyoruz. Nice yüz yıllara dileği ile sevgili aziz (Atatürk)’ü ve değerli silah arkadaşlarını vatan uğruna can veren bütün şehitlerimizi minnet ve rahmetle anıyoruz.

HEPİNİZİN ZAFER BAYRAMINI KUTLUYORUZ.


Sunday, October 1, 2017



HAYDARPAŞA GARI


Kadıköy yakasındaki Haydarpaşa tren garının muhteşem binası İstanbul’un simgelerinden biridir. O anıtsal yapı hem İstanbul’u Doğu Anadolu illerine ve diğer kentlerine eriştirir. Hem de Anadolu’yu İstanbul’la buluşturan trenlere açılan bir kapıdır. Aynı zamanda ilk ve son duraktır. Peronlar yolculara hizmet veren alanlardır.

Görevliler, kırmızı kasketli üniformaları, sinyal düdükleriyle dikkat çekerler. Trenlere yol verir veya karşılarlar. Yolcular orada hayırla uğurlanırken el sallanır. Tren gözden kayboluncaya kadar izlenir. Geçirmeye gelenler kendi hayatlarına dönerler.

Trenden inenler dostça karşılanır, sevinçle kucaklanırlar. Furgonlara mal yüklenir veya alınır. Peronlar hareketlidir.

Uzun yola veya komşu ülkeye gidecekler veya misafir gelecekler isterlerse, normal ya da ekspres katarlara, yemeli, yataklı vagonlar da ekletiliyor. İstanbul’a ilk defa gelenler ise, o koskoca giriş salonunun rengarenk vitrayları ardında görünen masmavi denize hayran kalıyorlar. Ayrılanların içine hüzün çöküyor.

Cıvıl cıvıl banliyö yolcuları genellikle telaşlıdır. Treni, vapuru kaçırmak istemezler. Salonla rıhtım arasındaki yayvan basamaklı, geniş, mermer merdivene koşarlar. Orası inenlere vakit kazandırır çıkanları yormaz.

1869 yılında bir İngiliz şirketinin Haydarpaşa-Pendik arasına döşediği demiryolu ile banliyö hattı başlıyor.

Başlangıç yeri şimdiki tren garının bulunduğu arsadaki iki katlı bina ve ilk durak oluyor. O alan şiddetli lodos fırtınalarından rahatsız. Ancak, iki paralel demiryolunun inşaatına başlıyor. Bu hatların zeminine yerleştirilen traversli raylar ile vagon tekerlekleri uyumlu yapılıyor. Zaman içinde buharlı, motorlu, elektrikli lokomotifler çekici güç olarak kullanılıyor. 

Banliyö tamamlanınca semtlere ve ihtiyaca göre iki hat içinde (Gidiş-Dönüş) istasyon binaları inşa edebiliyor. Devamlı lodos fırtınasına karşı, denizin içine 1889 da, kısa bir mendirek yapılıyor. Fakat yetersiz kaldığı için boyu uzatılıyor.

Haydarpaşa garının temeli 1906 da atıldı… Mimarlığını, inşaatını Almanlar üstlendi. Dış taş işçiliğini ve vitrayları İtalyan ustalar tarafından 1908 de tamamlandı ve gar hizmete açıldı.

Zaman içinde bazı restorasyonlar yapılsa da, binanın kendine özgü görüşünü bozmadı. Fakat çevresi değişiyordu.

Şimdi bu vakur yapı, bir (Buda) heykeli gibi, oturduğu yerde yenilikleri izliyor. İki dalgakıranı! Tünek edinen martıların, karabatakların kendilerine özel ninnilerini dinliyor.


Sana da iyi uykular HAYDARPAŞA.


DEĞİŞEN DÜNYA


Yakın geçmişle bugün kıyaslanırsa, eski dönemde hayatın daha sakin, günlerin de huzurlu olduğu görülüyor.

Sanki o zamanlar doğa bile bu vakite göre daha düzenli davranıyordu. Kendine gösterilen saygıya cömertçe sunduğu ürünlerle yanıt veriyordu. Kendi koşullarına göre oluşan bazı münferit olaylar bazen şaşırtıyor, üzüyor veya korkutuyordu. Canlılar öfkeleniyorlardı.
           
Fakat vakur ve ağır başlı doğa yasaları küsmeden vermeğe devam ediyorlardı. Mevsimler zamana uyup birbirlerini kovalıyorlardı. Ağaçlar sırasız gelen sıcağa aldanıp çiçek açmıyorlardı. Meyvalar sebzeler kışı yazı biliyor kendilerini özletiyorlardı. Zaman durgun gibiydi.

Galiba akreple yelkovan tembellik yapıyorlardı.

Hava, su toprak elele verip (DNA)sı bozulmamış besinleri sunuyorlardı.

Her canlının ortaklaşa paylaştığı havanın yarın nasıl olacağını iyi bilenler, denizcilerle romatizmalılardı. Tahminleri deneyime dayanıyordu. Doğaya da güvenerek (Pastırma Yazı) – (Kocakarı soğuğu)-(koç katımı fırtınası) gibi her sene tekrarlayan bazı olayları saptamışlardı.

Bugün artık bilim ve teknolojiye bağımlıyız. Meteoroloji bir bilim dalı oldu. Jeolojiyle el ele veriyorlar.

Gökyüzündeki uydular aracılığıyla alınan doğru bilgiyle sonuca ulaşılıyor.

Şimdi Eskiden ‘Olağanüstü’ sayılan olayları yaşıyoruz. Bu kadarıyla da yetinilmeyeceği belli. 

Geri dönüş yok. İleri bakarken, bugünü geçmişle kıyaslama değil, sadece nostaljik bir anımsama olacağı anlaşılıyor.

Çünkü dünya var olduğundan beri hep değişmekte. Bir ateş topundan uzay çağına adım atarken çekirdeği hala yanıyor (Etna) aktif bir volkan. Zaman zaman alev ve lav püskürtüyor. Biz fark etmesek bile anakaralar ağır ağır yer ve şekil değiştiriyor, olaylar oluyor.

Gökyüzünden tufan, Topraktan deprem, okyanustan tayfun geliyor. Yakın zamanda bunları ard arda yaşadık. Fakat bilim ve teknoloji  sayesinde yeni buluşlar oluyor, çözümler ilerisi için ümit veriyor.

Meksika (8,2) şiddetindeki depremi kurdukları erken uyarı sistemiyle mümkün olan en az sayıda can kaybıyla atlattı.

Türkiye’de tümüyle deprem bölgesinde. Bu yüzden acılar çektik. Şimdi önlem alma zamanı. Çünkü uzmanlar en geç (15 yıl) içinde Marmara bölgesinde büyük bir deprem bekliyorlar.

15 milyon nüfuslu, zengin tarihli, iş merkezimiz İstanbul, konumu ve koşulları bakımından tehlikeyle karşı karşıya, önlem alındığı iddiası varsa da yetersiz olduğu söyleniyor.

Haberlerde ki öfkeli tartışmalar yerine gelecek olan bilim ve uzay çağına nasıl uyum sağlayacağımızı, çocuklarımızı nasıl eğitmek gerektiğini düşünelim.

O genç kuşakların sönüp gitmemeleri için uygar, çağdaş eğitime yeniden başlayalım. Onların akıllı zeki yetenekli bireyler olduklarını gösterecek modern okullar açmak hem sorumluluk hem de kaçınılmaz bir görev.

Bütün bunların aksine genç kuşakları geriye yönlendirmek bir yanlışlık olmuyor mu!





BAHAR VE YAZ

Bu sene bahar gelmekte nazlandı. (2017) Yılının Nisan ve Mayıs aylarında hava değişkendi. Tam “güneş gözüktü” derken gök gürledi. Sıcak beklenirken, kalın giysiler arandı. Aniden boşalan bulutlar  sellere neden oldu. Yazı özlerken, anılar canlandı. Ailece yaptığımız yürüyüşler aklıma geldi. 

O zamanlar “Mecidiyeköy” kırlıktı. Sırtları aşıp “Ortaköy’e” inerdik. Ilık havada erikler, katır tırnakları, erguvanlar çiçek açmış olurdu. Etrafın rengarenk güzelliğini seyretmek için mola verirdik.
Baharın ardı yazdı. Sonra kışlar ve birkaç yıl geçti fakat çocuklar biraz büyüyünce kiraz mevsimini kaçırmadan “Polonezköy’e” gitmeyi tasarlamıştık. Göztepe’deydik ev sahibimiz, “Madam Çelina” ‘nın evine gitmemizi önermişti.

“Polonya” asıllı, Madam Çelina’nın evine vardığımızda öğlen vakti geçmiş, herkes acıkmıştı. Bayan Çelina hiç telaşlanmadı. Yarım saat içinde sofrayı tavuk, patates, patlıcan kızartmaları, salatalar gibi çeşitli yiyeceklerle meyve ve kirazlarla donattı. Hatta öğle uykusu isteyene, yatak bile açacaktı.

Aile gezileri, yazlıkta olmamıza rağmen, ara sıra gündeme geliyordu.”Şile ve Dolmalı” gibi yerler doğal güzelliklerini koruyorlardı. “Dolmalı” da, akraba olduğumuz “Çalım” Ailesi’nin dedelerine ait, eski bir av köşkü varmış. Yıllar içinde yağmalanmış yok olmuş.

Gençler çevresini görmek istiyorlardı. İlgilenen dört aile grubu, kafile halinde yola çıkılmıştı. Ara sıra arabalar durdurulup çevreye bakılıyordu. Adres soruluyordu.

Sonunda seyrek ağaçlı çalılık bir düzlükte durmuştuk. Karşımızda Karadeniz, ufukta mavi gökyüzüne bitişiyordu. Galiba aradığımız yer burasıydı. Fakat kime soracaktık? Etrafta kimse yoktu. Ama yolda gelirken arkamızdan yaklaşan bir araba sesi duyulmuştu. Onu bekleyecektik.

Nihayet küçük bir kamyonet göründü. Kasasında eğlenen roman gençle, darbuka ile tempo tutuyorlardı. Esmer ve kıvrak vücutlu bir genç kız ayakta dans ederken elinde zilli tefi sallıyordu. Bazıları şarkı söylüyor, diğerleri alkışlıyordu. Yardım neşeyle gelmişti. Sahile iniş kolaydı. Karşıdan gelen şiddetli dalgalar kıyıya çarpıp köpürüyor. Serpintiler on metre yükseğe savruluyordu. Hırsını  dindiren sular geri çekilirken çakılları sürüklüyordu. O taşlar arasında farklı renkli olanları seçerken , belki de, av köşkünün kalıntılarından izler vardı. 

O rüzgarlı günde kimse denize girmemişti. Oysa o dönemde Marmara denizine kıyısı olan yazlıklarda sokakların çoğu denizle sona erer ve betonlanmamış kıyılarda yüzülürdü. Süreyya ve Florya  gibi büyük plajlar halkın gün boyu  güneşlenip yüzebildiği yerlerdi. Serinlemek isteyenler için ağaçlı kır kahveleri, çay bahçeleri önemliydi. Bazı piknik alanları ailelere en uygun şartlarla hizmet verirlerdi. O vakit insanlar sade bir yaşamdan da zevk alır başkalarının seçimlerini hoş görüyle karşılarlardı.

Yaz geceleri ise açık hava sinemaları vaz geçilmez bir ihtiyaçtı. Rahatını sevenler sandalyelere koymak için (25 kuruşa) Yastık kiralar, eğer çok titizse evinden getirirdi. Patlamış mısır, çekirdek, leblebi gibi eğlencelikler ve antrakta, frigo gibi dondurmalar olmadan olmazdı. Yaz geceleri uzundu. Gezgin satıcılar çok çeşitti, alıcılar ise iştahlı. 

Bugün nasıldır? Bilmiyorum. Belki de hala aynıdır.