Wednesday, January 18, 2017

BÜYÜKANNE’ler ( 3 )

ANNEANNEM  -1-



Altı yaşımdan beri hayatının sona erdiği 1942 yılına dek ailece beraber yaşadığımız sevgili anneannem de örnek kişilerden biriydi. Onun ilk ve tek kız torunu olmanın özelliğini tanımanın mutluluğunu tattım.

Nahide Arısan Hanım Edirne’li. Annesi Titiz Ayşe Hanım, dayısı astım hastalığı nedeniyle “Dertli Musta Bey – Mustafa” diye anılıyorlar. Babası Rıza Bey memur. İki kız kardeşi var. Dayı bey, dedelerden kalan olanakla kendine kağir bir konak, kardeşine de iki katlı ahşap, sade fakat kaliteli bahçeli bir ev yaptırıyor. Rukiye, Nahide, İsmet o evde büyüyorlar. Babaları vefat edince anneleriyle başbaşa kalıyorlar. Biraz da zorluk çekiyorlar...
O dönemde tarihe geçmiş çalkantılı olaylar var.

Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” adlı kitabını okurken daha ilk satırlarla irkiliyorum. Çünkü o olayı biliyorum. Dayı beyin oğlu Nuri Bey fidye istenerek Bulgarlar tarafından dağa kaldırılıyor. Kurtarma amacıyla gönderilen zaptiyenin açtığı ateşe karşı siper tutuluyor ve şehit oluyor. Sayın yazarın çocukken izlediği cenaze töreni Nuri Bey’e ait ve konağın bahçesinde gerçekleşiyor. Derdine dert katılan Musta Bey de çok yaşamıyor. Geriye baba oğul evlendiği anne ile kızı kalıyorlar. Onlar için ise yeni bir hayat başlıyor.

Yıllar sonra, Bodrum’da tanıştığım iki değerli hanımefendi konağın fotoğraflarını gönderdiler. Kendilerine ulaştıramadığım teşekkürlerimin borcunu taşıyorum. Anneannemin evini de gördüm. Yüksek bir duvardaki kapıdan bahçeye giriliyordu. Ev soldaydı. Galiba iki katlıydı ve oldukça yıpranmıştı. Orada Rukiye Hanım’ın onbir çocuğundan hayatta kalan tek kızı Hamdiye Teyze oturuyordu. Geçirdiği asabi rahatsızlık sonucu öğretmenliği bırakıp bir ineğiyle yalnız yaşamayı seçmişti. Kısa süren ziyarette binaya girişte sol tarafta yer alan odaya aldı. Odanın bahçeye yönelik alçak duvarı tavana kadar kselen bir camekan gibiydi. Duvar boyunca uzanan sedire oturanlar kendilerini bahçede sanabilirlerdi. Oda kapısının sağına şömine yapılmıştı, iki tarafında üst üste yükselen nişlere herhalde saat, idare lambası, şekerlik gibi öteberi konuyordu. Sedirdeki yastıklara, yerdeki minderlere işlemeli örtüler yayılmıştı. Anneannemin bahsettiği kubbeli hamam tuvalet ve mutfak bölümü belki çok haraptı. Görmemizi istemedi. Gönderilen mektup zarflarına: “Kadirihane Aralığı” diye not edildiğini anımsıyorum. Hamdiye Teyze’min vefatından sonra kendini “Kırkpınar Ağas”ı diye tanıtan biri takıntı olmuş, evin kendisine bağışlanmasını isiyordu. Nitekim varislerin çokluğu ve kimsenin ilgilenmemesi sonucu hiçbir maddi, manevi bedel ödemeden o eve sahip çıktığını biliyorum. Herhalde bir yolunu bulmuştu. Soran sual eden de olmadı...

Nahide’nin el becerileri, kişisel ilişkilerdeki hoşgörülü davranışı, daha çocukken bile belli oluyor. Beslediği kuşu, bir kargası var! Evi kirletmesin diye ona kırmızı bezden don dikmeyi, tığ işi ve işlemeler yapmayı başarıyor. Kardeşinin huysuzluğuna göz yumuyor, affediyor. Cömert. Yetenekleri yaşı gibi ilerliyor; 18 – 19’una erişiyor.

Fakat, seneler başka hayatları da etkiliyor. Otuzunda yakışıklı bir erkek olan İsmail Besim Bey, eşi vefat edince iki kızıyla yalnız kalıyor. Yeniden yuva kurmak istiyor. Ancak dinsel ve sosyal gelenekler kadınlarla erkeklerin serbestçe tanışmalarına engel. Bir çok aileye girip çıkan, gayri müslim terzi hanım yardımcı oluyor. Edirne’de 18 – 19 yaşlarında biri var. Söylentiye göre, oraya gidip ayarlandığı gibi anahtar deliğinden o hanımı görecek. 15 yaşı geçtiğine göre “Evde kalmış!” biri mi, olabilir. Bakıyor. İçeride izlendiğinden habersiz, ince, nazik güzel bir genç kız terzi hanımla konuşuyor. O anda aradığı hayat arkadaşının bu kibar kız olmasına karar veriyor. Nahide Besim Bey’i görmüyor. O günün törelerine göre nikah kıyılacak. Nahide işittikleriyle yetinip dayısı Dertli Musta Bey’e nikah için vekalet veriyor.
Otuz yaşında iki kızı olan İstanbul’lu bir adam. Ama kızların kaderi böyle! Uyuşabilirse ne ala...

Hazırlıklar başlıyor. Alınacaklar alınıyor. Bir yandan giysiler için kumaşlar seçiliyor. Tüccarların Fransa’dan getirtip sattıkları açık pastel renklerin oluşturduğu desenle bezenmiş uçuk mavi atlas, “paçalık” için uygun görülüyor. İpekli, simli brokar kumaş daha önemli bir görev yapacak. Modaya göre kaç arşın almak gerekiyor? Dikim işine başlanmalı. Beklenen gün gitgide yaklaşıyor. İşte geldi bile!

Nahide’nin ince belini daha da dar gösterecek balenli bel korsesi geldi. Arkadaki çapraz kordonlar çekilip birleştiriliyor. Ve gelinliğini giyiyor.

İstanbul’da yeni bir hayat başlıyor. Besim Bey ailesini kanatları altında toplamış sevecen bir erkek. Nahide müşfik, özverili bir kadın. Bu uyumlu çiftin altı çocukları oluyor. 5 kız ve bir oğlan. Dördüncü kızları ise ikiz. Yanında oğlan kardeşi var. Dedemin ilk eşinden olan teyzelerim de o dönemde yuva kuruyorlar.

Baba evinin bölümlerinde aynı çatı altında yaşıyorlar. Anneannemin ilk kızı 1899’da dünyaya geliyor. Kısa aralıkla torunlar çocuklar aileye katılıyorlar. Kuşak farkı gözetilmeden kız, erkek ayırımı olmadan 12 çocuk büyütülüyor. Ev halkı sayısı yardımcılarla 22’ye ulaşıyor. O ortamda, düzeni sağlama sorumluluğu anneanneme düşüyor. Yaradılışındaki barış severlikle aile birliği devam ediyor...

Anneannem çok ata sözü bilir ve yeri geldikçe kullanırdı. Çok konuşmaz, dedikodu sevmezdi. Laf getiren olursa: Adın ne? Reşit. Ne söyle, ne de işit” der ve olabilecek tehlikeyi önlerdi. Çalışkandı. Boş durmazdı. Dikiş dikmeyi sever, hep bir şeyler üretirdi. Emeğine acımaz, beğenmezse söker, yeniden yapardı. Ziyankar değildi. Merhametliydi. Yardım severliği ile tanınmıştı. Kur’an, kitap gazete okur, yaptığı alış verişin hesabını küçük defterine not ederdi.

Onu tanıdığım, çok sevdiğim için, ne kadar mutlu isem, dedem Besim Bey’i göremediğimden dolayı üzgünüm. Çünkü aydın fikirli bir insan olan o değerli baba her genç kız kafes arkasında otururken, kızlarını, kız torunlarını da okutmuş, hepsini öğretmenler olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne adamış, Atatürk ilkelerine bağlı eğitimciler arasında katmış. O dönemin gittikçe zorlaşan siyasal şartlarında 1899 doğumlu kızı H. Efser İnal*, İnas Darülfünunu”nu (üniversite) bitiriyor, ilk tayin edilen Kimya Öğretmeni oluyor.

Annem 1901 doğumlu A. Saliha Erem yatılı okuduğu Çapa’daki Kız Muallim Okulu’nu bitirip, Musevi okuluna Türkçe öğretmeni olarak atanıyor. Diğer kızları Saadet, Mahfuze, Vedia, torunları Melahat, Nimet ile anneannemin yeğenleri Atiye, Kaniye ve Samiye teyzeler, isimlerini yazmadan geçemiyeceğim Türkiye’nin fedakar uygar kadın öğretmenleri. Onların yetişmesinde Besim Bey’in payı büyük. İstanbul Fatih Çarşamba’da başlayan geniş aile ortamı, konak yanıp kül olana dek sürüyor. Sonra aile birimleri kendilerine yeni düzen kuruyorlar. Ayrışsalar da kopmuyorlar. Yaşam devam ediyor. Dedem Harbiye Nezareti Bakanlığı” şube müdürlüğünden emekli olyor, 1924’de vefat ediyor. Annem ve teyzeler yuva kuruyorlar.

Anneannemin dokuz torundan, benden sonra doğanların hepsini kardeş bildim. Anneannem artık olgun bir hanımdı, 52 yaşına gelmiş, kilo almıştı ama aktivitelerini hiç bırakmadı. Bizi etrafına toplardı. Yazlıklarda arabalara bindirir, gezmelere götürürdü. 1932’de babamın ricasıyla evinden ayrılıp hep beraber yaşama önerisini kabul etti. Sevgimiz karşılıklıydı. 1939’da dayımı kaybettik. Oğlunun vefatının acısını yastığıyla paylaştı. İmanına sarıldı. Kimseye belli etmedi. 1942’de kısa bir hastalık sonucu vefatı benim ilk büyük acım oldu.

Dedem ve anneannem geniş bir ailenin kaynağı, o değerli iki örnek insanı daima minnet ve rahmetle anıyorum. Karacaahmet’teki aile kabristanında dünyada olduğu gibi, bir çok aile bireyine kucak açtılar. Hepsinin mekanı cennet olsun. Nur içinde yatsınlar.


*TRT’de İnas Darülfununu belgeselinde Efser Teyzem hakkında benimle de söyleşi yaptılar.)


Tuesday, January 17, 2017

BÜYÜKANNE’ler (2)


BABAANNEM



Gülsüm Hanım, geçirdiği paralizi nedeniyle ömürünün son on yılını hareket edemeden yatakta bakım altında sürdürmüş. Onu hayal meyal hatırlıyorum. Gözümün önünde bir sahne canlanıyor; beni yanına çağırıyor. Garip bir çekingenlikle sokulmuyorum.

Bir süre sonra ise karyolası yerinde değildi. Babaannemi sorunca, “Cennet’te” dediklerini hatırlıyorum! Cennet’i dünyada bir yer sanmıştım. O zaman, insanlar yüzünü “Cehennem’e “ çevirmiyor, kötülük tohumları ekmiyorlardı. Şimdi ise, ben yıllar sonra, aslında çok hamarat, becerikli ve özgür biri başkalarına muhtaç kalınca, duyduğu acıyı çok iyi algılıyorum. O vakit babaanneme sevgimi gösteremediğim için üzülüyor, pişman oluyorum. Çünkü geçen zaman geri gelmiyor.

Gülsüm Hanım ile, Gelibolu Mevlevihane’sinde vekilharç olan eşi, dedem Ali Efendi’nin dört evlatları oluyor; Kazım, Nadire, Mustafa, Müveddet. Babaannem amcamın minik kızı Meliha’yı kendi çocuklarının küçük kardeşleriymiş gibi büyütüyor. Annesi Fatma Molla ile birlikte aynı evde yaşıyorlar. Çevresi geniş Gülsüm Hatun, özverili, çalışkan, başarılı, üretken bir kadın. Yuvasına mutluluk sunan kıymetli bir ana...Evini özenle çekip çeviriyor.

Ben altı yaşlarındayken o baba evini gördüm! Aklıma kazınmış görüntüler var. Vapur açıkta demirlemiş. Yanaşan sandaldaki kayıkçının kucağına yukarıdan bir top gibi bırakıldığımı anımsıyorum. Kıyıda küçük teknelerin yanaştığı ahşap iskele vardı. Biraz ilerde, kalacağımız evden bozma basit otel yer almıştı.

Aile evi ise deniz seviyesinden yüksek bir yerleşim bölgesindeydi. İki katlı, 6 – 7 odalı, bahçeli ahşap bir evdi. Biraz yıpranmıştı. Kimse oturmuyordu. Bir tür depo gibiydi. Kapıdan, sokak ve bahçeyle aynı düzeydeki taşlığa giriliyordu. Soldaki merdivenle çıkılan sofanın taşlığa dönük tarafı balkon gibi parmaklıklıydı. Kapıları kapalı iki oda ve tam karşıda bahçeye bakan büyük bir oda vardı. İçeride bir köşede sökülmüş duran tahta bir düzenek, duvara dayanmış büyük tabla, tepsiler, masa, ambar ve yerde çuvallar duruyordu. Kenarda tarım ve bahçe gereçleri görmüştüm. Tavandan kuru soğan, mısır, dolmalık biber, hevenkler sarkıyordu. Ev bazılarının işine yarıyordu. Babam merakımı giderdi. O “tahta karkas” büyük olasılıkla anneannesi Fatma Molla’nın dokuma tezgahıydı. Tablalarda, tepsilerde Bolayır’daki tarladan gelen bademler, ,üzümler, seçilmiş kavun, karpuzların çekirdekleri, nane, kekik, fesleğen gibi kokulu bitkiler kurutulup kilerde yer alıyorlardı.

Kışa hazırlık var. Hepsi emek istiyor. Şimdi sessiz kalan bu depoda bir zamanlar canlı bir yaşam sürülüyordu. Hayalimde o günlere ulaşıyorum; sabah Gülsüm Hatun’un annesi Fatma Molla bir köşedeki tezgahında beyaz ve renkli ipliklerle sağdan sola mekik dokuyor. Aile uyanmış. O evde kalorifer, otomatik çamaşır, bulaşık makinesi, elektrikli ayarlı fırın, buzdolabı, akar su yok. Ama sobası, mangalı, maltızı, siyah demir döküm kuzinası, kuyusu çeşmesi bile rahatlık sayılıyor. Babaannem işe koyulmuş. Kahvaltı hazır. Ortalığı derleyip topluyor. Merdivenlere serdiği beyaz kilimler lekesiz. Ev tertemiz. Mis gibi sabun kokuyor. Bulduğu ilk fırsatta gergefinin başına geçecek. Arada bir komşu da gelip bir şey sorabilir. Nihayet bürümcük örtüye işlediği özgün desenine sıra geliyor. Rengarenk ipekler ve incecik parlak simle renk uyumunu bulmak için gün ışığı önemli. Ama saat durmuyor, koşuyor. Daha demin oturmuştu. Çocukları çevresinde gülüp söylerek oynuyorlardı. Halbuki o yapacağı desene kaptırmıştı kendini...Eyvah! Akşam yemeği gecikecek! Fakat eşini sabırla bekletecek çareyi biliyordu. Bir tencereye tereyağını, bademleri, irmiği koyup kavurmağa başlıyor, Oğlu Mustafa dikkatle izliyor. İleride kendi yuvasında sevgili eşi anneme saptadığı ölçüleri ve yapılışını ögretiyor.
Böylece bir aile geleneği oluşuyor. Gülsüm Hatun ilerde felç olacağını bilemezdi. ama başına gelince olgunlukla sabretmeyi bildi. Evlatları ona segi ve özenle baktılar. On torunundan bazıları arasında çok yaş farkı vardı. Bugün o üçüncü kuşaktan onu görüp hayal meyal hatırlayan sadece ben kaldım. Fakat ondan kaynaklanan yetenekle sanata katkısı olan keman virtiözü, müzisyen, opera sanatçısı, balerin, karikatürist, fotoğraf sanatçısı, ressamlar, moda tasarımcıları ve bazı gizli kalmış becerilere sahip meslek mensupları yetiştiler. Bugün benim torunlarımın çocukları ve akranları, altıncı kuşağı oluşturuyorlar...

Şimdi Eyüpsultan’da ebedi aleme geçen o değerli anneyi, minnet ve rahmetle anıyorum. Torunu olduğum için övünç duyuyorum.


Mekanın cennet olsun Sevgili Babaannem.

Tuesday, January 10, 2017

BÜYÜKANNE’LER


Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’a, gençliğinde ‘Molla’ niteliği verildiğini okuyunca, zihnimde çağrışım oldu.

O, bir tek Molla sözcüğüyle, gözümün önünde iki resim belirdi. Hem de içimde (Büyükanne)lerden, söz etme isteği uyandı. Neydi o resimler?

Biri; Babamın Anneannesi ‘Fatma Molla’ diğeri ise; babaannem olan, kızı Gülsüm hanımla beraber bir bahçede gösteriyor.

Fatma Molla kimdi? Ne zaman nerede doğmuştu? Ama ne önemi var? Evi Gelibolu’daydı. Damadı dedem, Ali Efendi, Gelibolu Mevlevihanesi’nde, vekilharçtı. Ailece hep birlikte o evde oturuyorlardı.

Fatma Molla’nın oğlu, Bahriye Yüzbaşısı Talat Bey ise ailesi ile İstanbul’da Kasımpaşa’da yaşıyordu. İki kardeşin çocukları olan amcam, babam, iki halam ve dayılarının kızı, ailenin üçüncü kuşağını oluşturuyorlardı.

Babam İstanbul’da (şimdi İTÜ)nün temeli olan (Mühendishane-i Berri-i Hümayun)a girince dayısını ziyaret ediyor. Seçme sınavıyla Belçika’ya, elektrik mühendisliği eğitimine gönderiliyor. O sırada aldığı fotoğraf makinasıyla, annesinin ve büyükannesinin görüntülerini, cam üzerine tespit ediyor.

Büyük olasılıkla çekim 1908-10 yılları arasına rastlıyor. Cam üstündeki iki negatif, uzun yıllar aile arşivinde silik ve saklı bekliyorlar. Ta ki, oğlum Faruk Sile, (beşinci kuşak) Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nu bitirip kendi reklam ajansını kurana dek…

Bir süre sonra, Faruk, benim anılarımı, büyük emekle kitap haline getirmek için derlerken, o negatifleri de fotoğraf olarak bastırdı. Diğer resimler gibi, onlar da, belgesel diye kitapta yer aldılar.

Görüldüğü gibi onlar, 60-65 ve 40-45 yaşlarında, iki kasabalı hanımın gündelik ev hallerinin yansıması. Başlarındaki yemenileri geleneksel şekilde bağlanmış. Fatma Molla’nın giydiği kapitone bez ceket dikkat çekiyor. Yerel bir kıyafet mi? Soğukta korunmak amacıyla yapılmış bir el emeği mi? Bir beceri ürünü mü?

Onlar bir toplantıda, düğünde, dinsel bir törende neler giyerlerdi? Nasıl süslendiklerini bilmesem de, ürettikleri değerli işlemelere bakınca, herhalde çok farklı giysileri de vardı.

Fatma Molla’nın 16 kişiden oluşan torun çocukları, dördüncü kuşağın bireyleri… Bugün o nesilden hayatta kalan sadece ben ve Talat dayımın iki kız torunu varız. Bizler de yaşlıyız.

O aziz aile çınarının değişik dallarındaki yapraklar savrulup gitti. Fakat onlardan, bazı gizli kalmış, kemancı, şair, modacı ile yaşamlarını sanatsal aktivitelerle dolduran; müzisyen, balerin ve ressamlar oldu. Hepsinin ortak paydası ise Fatma Molla.

Herhalde onun yetenekleri vardı ki ‘Molla’ diye anılıyordu.Ve onun genleri nesilleri aşıp, yenilikler getiriyordu.

Fatma Molla son yıllarını İstanbul’da geçiriyor. Çevreyi tanımak için yalnız dolaşacak kadar cesur. Yolu kaybedince, yardım edenleri, aileye dost kazandıracak kadar da insancıl.

Şimdi benim torunlarımın çocuklarıyla erişilen (7nci) kuşaktan geriye bakarken, o değerli ninemize, Eyüp Sultan’daki kabrinde huzur içerisinde uyumasını diliyor, rahmet ve minnetle anıyorum.

Mekanı cennet olsun…