Thursday, November 15, 2018


10 KASIM 2018


Ulusların tarihinde önemli günler vardır.
Çoğu sevinç ve övünç ile kutlanır. Fakat hayat tek yönlü olmadığı için bazı acı kayıplar ve olaylar asla unutulamazlar. 
Onlar yürek yakar zihinlere yerleşirler.
10 Kasım 1938 gibi.
Sevgili Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün özlemi aradan geçen 80 yıla rağmen azalmadı. 
Ama onu bütün idealleri ile algılamaya, anmaya dönüştü.
Aziz Atatürk!
Senin bilinçlerdeki yerin değişmedi. 
Etkili ve güçlü bedensel görünüşün, 
zihinsel yeteneklerin ve asil davranışınla dünyaya örnek oldun. 
Her zamanki ileri bakışın, öngörün, doğru yorum ve kararlarınla önder kaldın.
Sen değerli bir asker olmanın yanında, stratejinle, 
kahraman orduları yöneten cesur bir komutandın. 
Kültür ve deneyimlerinle demokratik yönetimin insanlara yararlı olduğunu kavramıştın. 
Ulusu çağdaşlığa, uygarlığa çağırdın. 
Zekanla, davranışlarınla milli birliği sağladın. 
Siyasal karşıtlarının komplolorını anlayıp önlem aldın. 
Çünkü ülkenin kalkınabilmesi için yeni bir rejimin gerekliliğine içtenlikle inanıyordun.
Özgürlük ve bağımsızlık savaşlarının ardından vatandaşlar ve bilgili din adamları, 
herkes dualarıyla, özverileriyle senin yanındaydılar. 
Artık zamanı gelmişti.
Mustafa Kemal hep destek olan arkadaşlarına döndü;
‘’Yarın Cumhuriyeti ilan ediyoruz !’’ dedi.
Bundan böyle amacı Yurtta ve dünyada barıştı. 
İlkeleriyle vatanı kalkındırmak için gençlerle ve vatandaşlarla elele çalışacaklardı. 
Cumhuriyeti koruma görevini Türk gençliğine emanet etti.
Sen rahat uyu Atam!
Geleceğe sahip olmayı düşünen her özveriyi yapmaya hazır gençler senin askerlerindir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli sağlamdır. 
Allahın Rahmeti senin, 
şehitlerin, payı olan vatandaşların üzerine olsun.

Nihal Erem
10 Kasım 2018
Maltepe-İstanbul


Monday, June 18, 2018

ORMAN YANGINLARI

Yaz gelince 
Gideriz eğlence
Yerlerine

Artık, kavun, karpuz
Kabuklarını atmıyoruz
Denize

Eskiden anlaşılırdı
Suların ısındığı
Böylece

Şimdi daha uygarız
Özel yerler yaparız
Çöplere

Bugün birçok yollar
Köprüler kuleler var
Kentlerde

Fakat çok üzülüyoruz
Çünkü anız yakıyoruz
Köylerde

Bu yüzden sık sık yanıyor
Ve nice orman yok oluyor
Ülkemizde

Bu uygarlık değildir
Vatanı sevmemektir
Yürekle

Yurdumuzun güzelliği
Doğal servetleri
Her yerde

Ama temiz kalmıyor ormanlar
Orada eğlenen insanlar
Nerede

Uygar kişilerin evi ile hayatı
Ve çevre bakım olur aynı
Değerde


Daha özenli olmalıyız biz
Ormanlarda kendi bölgemiz
Değil mi?

-----------------------------

Not:
Ben şair değilim. Bu yazdıklarımın da şiir olmadığının bilincindeyim.
Sadece ses uyumlu sözcüklerle kısa tümceler bulmaya çabalayan yaşlı bir kadının. Sanki bulmaca çözer gibi zihnimi uyanık tutmaya çalışıyorum. Çünkü 92 yaşımdayım hatalarım için özer dilerim.

29 Mayıs 1453                                                                                                            29/05/2018            


29 Mayıs 1453 çok önemli bir tarihti. Bizans imparatorluğunun başkenti Konstantinopolis Fatih Sultan Mehmet ve orduları tarafından ele geçirilmiş ve İstanbul adını almıştır. Bu çok büyük bir olaydı. 

1953’te fetihin 500’cü yıllının en içten coşkulu kutlaması yapılıyordu. Çeşitli törenler arasındaki havaiyi fişeklerle yapılan sunum İstanbul’da ilkti ve bütün gökyüzü kaplamıştı.  

O mutlu günden bu yana 64 yıl daha geçti. 65’ci seneye giriyoruz. Fakat bugün farklı bir ortamdayız. Çünkü öne alınmış bir seçimle, 24 Haziran 2018 de cumhurbaşkanı ve millet vekili adaylarını seçme propagandalarını dinliyoruz. 

Demokratik bir yönetim sistemi, hukuk, eğitim, ekonomi gibi konular yanında, laiklik, kadınlara, çocuklara tecavüz, cinayet, gazetecileri tutuklama, uyuşturuculuk ve terörizm gibi sosyal problemlerin çözülmesi için oy vereceğiz. Artan bu sorunların, bu Haziran ayına raslayana denk gelen inanç ayı olan Ramazan’da da devam etmesi problemin büyüklüğünü gösteriyor. Oysa eskiden ramazan, iyiliğin , doğruluğun, birliğin, beraberliğin, kardeşliğin yüceldiği, insanların, özeleştiri yaptığı, pişmanlık duydukları bir dönemdi. Buna rağmen bugün de hala şehadet haberleri alıyoruz. Şehitlere rahmet, ailelerine sabır diliyoruz.

Peki dünyanın gözdesi olmuş bu şehire biz ne kattık?

Muhteşem camiler; saraylar, köşkler, yalılar gibi en ilginç olanlar dışında seçkin bir toplum kültürü vardı. Bu düzende sosyalleşme ve yardımlaşma öne çıkıyordu.
Halk ahşap mahallerdeki konaklarda evlerde yaşıyorlardı. Temizlik ve su önemliydi. Çeşmeler, sarnıçlar, kuyular ve bahçe ile ağaçlar da su istiyorlardı.

Sosyal hizmetler bakımından hastane, huzur evi, medrese, han, hamam, çarşı gibi kurumlar yanında idare işleri ve yeniçeri kışlaları için büyük binalar yapılmıştı. Özgün bir mimari tarzı yazılar çiniler ve çiçek resimleriyle motiflerle bezendirilmiştir.

Fakat bilim ve teknoloji bakımından atılım olmamış, dışa bağımlı kalmış, yeniçeri ocağında isyanlar, sınırda koğuşlar ve borçlanmalar başlayınca durum fenalaşmış ve tanzimat hareketi olsa da geç kalınmıştı.

Birinci Cihan Harbi ve İstiklal Savaşı sonucu Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu ve kalkınma dönemi başlamıştı

Yeni yönetim sistemiyle Türkiye özgür ve aydın bir ülke olma yoluna girdi. Devrimlerle, okullar fabrikalar limanların sayısı arttı demiryolları yapıldı.

“Yerli malı kullanmalı” ilkesi ile tarımda üretim artışı ve yersiz savurganlığın önlenmesiyle itibar kazanıldı. İlerleme devam ediyordu.

Ne yazık ki Atatürk’ün vefatı ve katılmadığımız halde, 2’ci Cihan Savaşı gibi acı, olaylar siyasi bakış açıları üretti. Rejimler değişti. Bunlara rağmen fetihten beri İstanbul çok büyüdü. Sınırları genişledi. Nüfusu 15 milyonu geçti Asya ile Avrupa üç köprü ve deniz altı tüneli ile birleşti. Otoyollar Metrolar, otobüsler, özel otoparklar trafik sorununu çözmeye yetmiyor.

Şehrin her yerinde gökdelenler yükseldi. İstanbul silueti ve iklimi kaydedildi. Üstelik halk da bu durumdan çok hoşnut değil. İstanbul bu karışık düzensiz kalabalık yüzünden sorunlarla karşı karşıya. Bu özel kente hata yapıldığını, cumhurbaşkanı doğrudan, kendi sözleriyle açıkladı. Bu betonlaşma neye ve kime yaradı? Böyle bir hatadan dönüş olur mu? 

Her şeye rağmen 565 yıldır bizim olan ve 92 yıl önce içine doğduğum aziz İstanbul.

Bize aitsin, bize kal.

Bana güzelliklerini gösterdiğin için mutlu oldum daha nice seneler 29 Mayıs kutlamaları diliyorum.




YETERLİK


“YETER”LİK kavramı, ölçü kaçırılmamak koşulu ile doğru bir davranış biçimi sayılıyor. Ancak her iki yönde aşırılığa kaçmak yarar getirmiyor. Aksine, bazı kişilerde tutuculuğa, gericiliğe, tembelliğe ve cimriliğe neden olacak kadar etkili oluyor. Genellikle alışkanlıklar tutuculuğa dönüşüyor. Yeni bir tür denemek istemiyorlar. İnançlarına çok bağlı, inatçı korkak insanlar düşünmekten kaçıyor. Eski öğrendiklerini yeter sayıyorlar. Tembel olanlar atılım yapmaya üşenip ellerindekiyle yetiniyorlar. Cimriler ise çok basit bir yaşam düzeyine razı oluyorlar.

Oysa yeterlik ölçüsü kişisel hayatlarda doğuran o bireyin kendi özgün yapılışından kaynaklanabilir. Bu konularda herhangi bir yasal sınır veya bir kural olmadığı için yapılan yorumlar da farklı olabilir. Fakat fikirsel ve maddi kısıtlamalar hayatı durağanlaştırır. Oysa yaşam aktivitedir. Hep ileri gider. Ona “Yeter” denemez. Buna göre çok isteyene ve “yetmez” diyenlere de sınır konmuyor. Ama o ulaşılmak isteyen fakat asla: “Artık Yeter” denmeyen, gelirlerin kaynağı ve ne yolla elde edildiği kanunla soruşturuluyor.

Doğaldır ki kişilerin varlıklı olma isteklerine karşı çıkmak söz konusu olamaz. Hak edilen gelir de kazananın dilediği gibi harcanır veya yatırılır. Buna kimse karışamaz. “Yeter”lik kavramına bakış açısının bir başka yönü de vicdan akıl ve ortalama düzeydir. Bu her aileye geçineceği işi ve geliri sağlamak yönetimlerin görevi olduğu kadar topluma karşı varlıkların da borcudur. Burada akıl önemlidir. Tüketime giden değerler yerine getiren yatırımlar her kesimin yararına olur. Ve yeterlik bütün yurdu ve ulusu kapsar. Çünkü artık geri kaldığımız yeter.

TOPLUM BASKISI


Yüzyıllar önceden beri süre gelmiş olan toplum kültürünü değiştirmek kolay değil . 

Fakat zaman da yerinde durmuyor. 21. asrın yaşam koşullarını ve bilim düzeyini, bin sene evvel ki kurallarla aynı kalmasını, istemek akıl dışıdır. Zaten mümkün değildir. O dönemden bugüne, tutucular veya inkarcılar olsun. Herkes akıl ve bilim yoluyla bulunan araçlardan yararlanıyor. Kimse deve üstünde seyahat yapmıyor. Çöl hayatı yaşanmıyor. Ancak insanlar hep birbirine eklenen bilgiler sayesinde uçak yaptılar. Akıl uzay çağını başlattı. Artık geriye dönüş özlemi söz konusu olmaz. 

Ancak ilerleme ahlak kurallarını yok saymak değildir. Çünkü ahlak sadece dış görünüş, kadın, erkek ayrımı yapmakla olmuyor. Vicdan ve yasaların kabul ettiği hak ve hukuk ile başkalarının malına el koymamak, iftira etmemek, eşitsiz davranmak gibi kurallar çok daha önemlidir.

Burada aile disiplini de gereklidir. Çocuk sayısı değil, çocuğun topluma yararlı bir insan olarak yetiştirilmesi mühimdir. Aile ortamı ilk eğitim merkezi olmakla beraber, az eğitimli, tutucu kişilerin maddi ve manevi baskılarının etkileri de büyük oluyor. Eski kuşakların, kendilerinden sonra gelenlere iyi davranmalarından öte zararlı odaklardan korumaları ayıplayıp onurlarını kırmamak gerekiyor.

Aşırı toplumsal baskılar gençleri yaşlılardan uzaklaştırıyor. Oysa biraz anlayış ve hoşgörü bütün dünyayı saran bu bencillik ve şiddet döneminde duyguların da var olduğunu gösteren bir (insanlığa dönüş) sürecinin başlangıcı olabilir. Yanlışlıklardan vazgeçme zamanı çoktan geldi. Kadınları hor görmek, küçümsemek sosyal ayırım yapma dönemi kadınların gayretiyle sona eriyor. Onu göz önüne almak istemeyen toplumların baskıları ve eğitimsizlikle yaygınlaşan zorbalık ve cinayetler derhal sona erdirilmelidir.

UYGARLIK


Tarih geçmişten günümüze kadar çeşitli uygarlıklara tanık olmuştur. En ilkel dönemlerde bile insanlar toplum halinde yaşamayı seçmişler. Gruplar çoğaldıkça ayrışmalar göçlerle değişik diller uluslar ve gelenek ortaya çıkmıştır. İnsanların ihtiyaçları hiç bitmediği için mızraktan çanak, çömleğe, saz kulübeden, mabetlere dek her gün bir yenilik bulunmasıyla hayat gelişmiştir. Uluslararası ilişkiler bazen savaşlara zayıf olan tarafın yok olmasına neden olmuştur. Bazı kereler de ticarete dönüşerek sınırlar birleşmiştir. Fakat her yeni buluş sonuçta insanlığın malı olmuştur. Teknolojinin ilerlemesiyle bugünkü düzeye ulaşılmıştır.

Fakat bu tip ilerlemeye uygarlık diyebilir miyiz? 

Ben kendi adıma yaşlı ve sonradan 'görme engelli' biri olmakla beraber özel hayatımdan söz etmiyorum. Genellikle insanların yaşantı şekillerini, uygarlık kavramının esas olan anlamına uygun bulmuyorum.

Belki yaşım dolayısıyla bu günkü sosyal yaşama ayak uyduramadığın için böyle düşünmüş olabilirim. Ancak çocukluğumda ve gençliğimde yurdumuzda ve İstanbul’daki anılarımı, bu günkü davranışlarla kıyaslanınca arada büyük fark olduğu da bir gerçek. 

Ne yazık ki, değişim bozulma yönünde oldu. Geçmiş günlerde de aile grupları ile kır gezmeleri yapılırdı. Bütün gün güzel görünüşlü bir akarsu kenarında, ağaçlar altında geçilir. Çoğunlukla evlerden getirilen yemekler yenirdi. Fakat hiçbir aile çöp bırakmazdı. Alacağı önlemi önceden düşünürdü. Pijaması ile ortada dolaşıp bağırıp çağırmaz, kavga çıkarmaz çevredekileri rahatsız etmezlerdi. Neşelenmenin yolu da başkalarına saygı ve terbiyeden geçiyordu. 

Uygarlık sadece görkemli binalar, mağazalar yapmak değildi. Toplum içinde yaşama kültürü hak ve hukuka uyma, sanata özen gösterme doğayı koruma, yardımlaşma insan ve dünyaya gösterilecek sevgi ve ilgi olmadıkça uygarlıktan söz etmek mümkün mü?




Tuesday, May 29, 2018

HABER


Haberleşmek hayatın en ilkel dönemlerinden beri önemini korumuştur.

Haber ya beklenir yahut da gönderilmek istenir. Kişisel olabildiği gibi toplumları ve bütün dünyayı da ilgilendirir. Tarih boyunca bu ihtiyacı karşılayacak çözümler bulunması için uğraşılma sonucu uydular aracılığı ile ‘akıllı telefon’lara ulaşılmıştır.

Çok eski günlerde, duman, kuşlar, yüksek sesli boruların üflenmesiyle önemli bir olayın ilk işareti verilmiş sonra da koşucu habercilerle iletişim kurulmuş oluyordu. Resimli yazı olan hiyeroglif ile tablet üzerindeki çivi yazılarının ve Yunan alfabesinin çözülmesiyle birçok tarihi olayın haberi alınmıştır. Yazı uygarlığın temeli sayılabilir. Papirüs’ün kağıdın başlangıcı olması gibi. Artık mektupla haberleşmenin yolu açılıyordu. Fakat ulaştırılması zaman alıyordu. Okuma yazma bilenlerin sayısı azdı. Anadolu’da bazı yerlerde (Tellal) denen kişiler etrafta dolaşırken. Bir yandan da halka günün haberini duyuruyorlardı. Kağıt üretimi çoğalınca Avrupa’da gazetecilik başlıyordu. Osmanlı imparatorluğunda ise ilk gazete (Tanzimat) döneminde yayınlanıyordu.

Acele haberleşmek için kullanılan mors alfabeli düzenekli (Telgraf) ise en kısa sözcüklerle kağıda geçiriliyordu. Herhalde o güne göre de biraz pahalı imiş. Uzak bir yerde çalışan oğlundan mektup alamadığı için merak eden bir anne telgraf çekiyor. Mektup yazmaya vakit bulmayan genç, telgrafla yanıt veriyor (ölmedim) telgraftan sonra ise haberleşme aracı olan telefon bulunuyor. Uzun ve zor uğraşlardan sonra Amerika’yı Avrupa’ya bağlayan denizaltı kablosunun yapımı sona eriyor. Herkes merakla sonucu bekliyor. Düğmeye basılıyor.

YANIT: (ALO)

Saturday, May 26, 2018


EŞYALARIN DİLİ



Masa, sandalye, koltuk gibi eşyalar hatta tabak gibi evlerde kullanılan nesneler bir ailenin parçaları gibidirler. Bazılarının hizmetinin değeri daha önemlidir. Onların hikayeleri daha uzundur. Dinlerken bazı bazı gülersiniz. Bazen gözleriniz dolar. Daha çok bağlanırsınız. Fakat zamanı gelince de hepsini geride bırakıp kapıyı çekip gidecek kadar gerçekçi olabilirsiniz. İçinizde onların sesini duyarsınız. Umarım benim o eşyalara olan düşkünlüğümü doğru yorumlayacak insanlar vardır.

Çok yaşlı biri olarak, doğaldır ki bir çok evde yaşadım. Ama rüyalarıma giren, babamın yaptırdığı kendi evimiz. Taa çocukluğumdan beri baba evindeki büfe, kanape ve koltuklar. Masa ve sandalyeler. Sehpalar, halılar hepsi yerlerini sevmiş yüreğimize yerleşmişlerdi.

Yemek masası bütün aileyi bir araya getirmekle görevli olduğu için gururluydu. 

İki başındaki babama ve anneme ait olan kollu sandalyeleri yanından ayırmazdı. Diğer kolsuz olanlar kendi aralarında karışsalar bile, masanın etrafına dizildiklerinde hepsi oturacak kişiyi aynı sıcaklıkla buyur ederlerdi. Ev halkı da kendi peçete halkalarının yanındaki tabağın önüne otururlardı.

Sofra herkesin yerini almasından sonra masaya gelen sıcak bir çorba veya yemeğin dağıtılma işini annem yapar, önce babamdan başlar, en son kendisi alırdı. Çok ölçülü ve eşit davranırdı. Yemek saatlerimiz genellikle düzenliydi. Evimizde baskı yoktu. Disiplin vardı. 

Oturulan odada kadife kaplı kuştüyü minderli kanepe ve koltuklar vardı. Onlar rahat sıcak ve yumuşaktı. Kendilerince sohbete devam ederlerdi. Büyükler kahvelerini orada içerlerdi. 
O zaman radyo dinlenirdi.

Yıllar geçti. Okul döneminde yedi senemiz baba evimiz dışında bir lojmanda, yabancı eşyaları kullanarak geçti. İyidiler alıştık. 

Ama evimizde dönüşümüzü bekleyenler gibi sade ve samimi değillerdi. Çevre güzeldi fakat eşyalar konuşmuyorlardı. Sonra evimize döndük. 

Biz yokken evimize hırsız girmiş. Annemle babamın yatak odalarındaki gardrobun aynalarını kırmış, çekmecelerini devirmiş, odayı alt üst etmiş.

İşte orada bir ruh, bir acı, sessiz bir diyalog vardı.

Yine kendi yolumuzdaydık. Yıllar geçiyordu, yuva kurma sırası bana gelmişti. 

Sadeliği ve kaliteyi seçtik. Bir kitaplık, koltuk lambalı okuma sehbası benim arkadaşlarımdı. Eşyaları yerleştirip de ailemi ilk defa evimizde ağırladığımız sırada herkesin oturduğu yer bir anlam kazandı. Yemek masasının başında ve sonunda yine babamla annem yer almışlardı. Ama bizim onlara onlara ikram edecek özel sandelyemiz yoktu. Fakat yüzlerdeki gülümseme beni mutlu ederken yemek bölümündeki eşyalar sanki bana ‘Korkma, üzülme, bak onlar mutlular’ diyorlardı. İşte o anda o eşyalar (Babamın oturduğu koltuk, annemin dayandığı yastık)gibi nitelikler kazandılar. Ve sessiz iletişim başladı. Bütün aile bireyleri de ilk oturdukları yerleri benimsediler.

Aileye yeni bir katılım oldu. Babam ilk torununu ancak yedi ay sevebildi. Ne yazık ki, o müşfik herkese kucak açan sevgili babamızı kaybettik. Yalnız kalan annemin yanına döndük. Yeni bir bebek daha sevinç kaynağı oldu. 

Onlar da büyüdüler dede oldular. Ben ise torun çocuklarımı seviyorum. İki evin anılarla dolu eşyaları, şimdi artık değişik fakat aynı dede ve nine soyundan gelen genç yuvalarda, geçmişten günümüze anıları fısıldıyorlar.

Friday, May 25, 2018

RAMAZAN



İslam aleminde mübarek olan Ramazan ayı, güneş takvimi sistemine bağlı olmadığı için senenin herhangi bir ayına denk gelebilir. Mevsim olarak yaz veya kış dönemleri 33 senede bir tekrar ayın aynı günü Ramazan olur.
Üç semavi din kitabında da oruç emri bulunmaktadır.
Orucun amacı insanları fenalıklardan sakındırma ve nefis denen içgüdüsel arzulara, sınır dışı isteklere gem vurma yolunun öğrenilmesidir.
Oruç sadece aş susuz geçirilmiş bir günün ardından mideyi birden doldurmak değildir.
Önemli olan gün boyu olaylar sırasında ‘oruçlu olduğunun bilinci içinde’ hareket edebilme başarısıdır.
Kin, nefret, öfke, eza, ceza, haksızlık gibi duygu ve davranışlardan uzak olabilmek, saldırıya geçmemek, düşünerek fenalıktan uzak kalmak durumudur. Budanefise kapılmamak adına orucun getireceği olumlu bir durumdur.
Hasta olanlar yolcular gibi geçerli nedenler yüzünden oruç tutmayanlara fidye ödeme hakkı tanınmıştır.
Elbette zaman içinde hayat koşulları inanılmaz derecede değişmiştir. Fakat Ramazan ayının gelenekleri değişmez.
Çocukluk ve gençlik çağımdaki Ramazanların kış ve bahar aylarına rastladığını hatırlıyorum.
Altı yaşlarında olmalıydım.Doğduğum ev İstanbul Beyazıt’ta ahşaptı. Kiracıydık. On kişilik birbirine bağlı bir aileydik. 
Rahmetli çok fedekar ‘Şayen Anne’ Ramazan  için hazırlık yapıyordu. Eşine bir daha rastlamadığım lezzetteki ‘tarhana çorbası’nın hamurunu hazırlamış güneşte kurutmak için küçük parçalara bölüyordu. İyice kuruyan tarhana toz haline gelecekti. Ramazan yaklaşıyordu.
Reçeller, salçalar, turşular kavanozlar içerisinde dolapta yerlerini alıyordu.
O gece Sahura kalkılacaktı. Sabaha karcı davulcunun sesi ile uyandım. Aşağıda kahvaltı masası hazırdı. İsteyen aileler yemek yerlerdi. Çalışanlar işlerine gitti ve evde kalanlar öğle yemeği yemeyince, biz çocukları siz ‘yarım gün orucu’ tutuyorsunuz diye kandırdılar.
Öğleden sonra mutfakta yemekler yapıldı. Sofra kuruldu. Ev halkının tabaklarının yanına misafir gelebilir ümidiyle bir servis daha konuldu. Sonra minik fincan tabaklarına çeşitli reçeller, peynir, zeytin, sucuk gibi iftariyeler dizildi. Çay ibriği demlik ocağa oturtuldu.Çay bardakları ayrı bir masaya dizildi. İftara az kalmıştı.
Ev halkı ellerinde sıcak pideler ve bir kutu güllaç ile geldiler. Herkes tamam olunca sofraya oturuldu. Topun patlaması bekleniyordu. (O zaman İstanbul’da iftar vakti top atılarak duyurulurdu ve haber vermeden bir akrabaya bir dosta iftara gidilir, Allah ne verdiyse onunla yetinilir, bolluk aranmadan sohbet edilir yakınlık sağlanırdı.)
Ramazan iyiliklerin, cömertliğin, dostluğun en belirgin olduğu aydı. Top patlayana dek az konuşulur, içten dua ve şükür edilerek yemeğe iftarlıklarla başlanır sonra sıra çorbaya gelirdi. Çorba genellikle Şayen Anne’nin yaptığı o nefis tarhana çorbası olurdu. Üzerine yağda kızdırılmış kırmızı biber ve kıyılmış beyaz peynir gezdirilirdi. İlk iftarda pastırmalı yumurta, köfte, dolma gibi et yemeği ardında ya pilav, börek veya sarma olurdu. En sonra ise tatlı yenir kahve ve çaylar içilirdi.
Ramazan geceleri minareler arasına ‘Mahya’lar kurulur, tiyatro eylence yerleri kalabalık olurmuş. Ama altı yaşında bir çocuk olarak hatırladığım evde yapılan iftar hazırlığı böyleydi.

Saturday, May 19, 2018

Rüzgâr


Hayat su ile başlar. Su buharıyla yüklü bulutları sürüp getiren bir enerjidir rüzgâr. Yaşama yaşam katar. Estikçe hep taşır polenleri, ağaçtan ağaca. Neden olur meyvaların oluşmasına.

Merttir. Gizlenmez toprağın derinliklerinde. Kömür ve petrol gibi. Getirmez insanları savaşla karşı karşıya servetler uğruna. Çalıştırmaz kimseyi, güneş yüzü görmeden rüzgar çıkar eser. Biliriz birçok halini.

Dünyanın her gölgesinde tarihe bile, yararlı olmuştur. Gücünü görmek isteyenler Don Kişot’un savaş açtığı yel değirmenini örnek alsınlar.
Geriye dönüş sayılmaz teknolojinin katkısıyla.
Şimdi yalnız deniz sporlarında var yelken ve eski tablolarda.

Ülkemiz ve İstanbul rüzgar ve güneşin sağlıklı enerjisinden faydalanma koşularına sahip yerler. Ege’nin sabah ve akşamları esen biraz serinlik veren “meltem”i ünlüdür.
İstanbul’da en etkili olan “Lodos” Marmara denizde seferleri altüst eder. Çatıları uçurur. Şiddetli yağmur indirir. Ve ne yazık ki önemli kazalar oluyor. Şehrin içinde boğulmalar. Araçların denize sürüklenmeleri gibi olaylar bile oldu.
“Poyraz” rüzgarı ise kuzeyden soğuk hava üfürür. Kuzeybatıdan esen “Karayel”de karakışın ta kendisidir. Keşişleme güneybatı yönünden gelir, bir adı da kıbledir. Ilık ve hafif yağışlıdır.
Bizim ülkemizde genellikle karayel ender eser. 
Alizeler, Musonlar, Tayfunlar gibi bölgesel ve mevsimlik olanlar bulunmaz. Tayfunlar sırasında dönen rüzgâr etkisiyle hortumlar oluşur. Rüzgâr bazen hafif bir esintidir.
O dokunuş ince bir tüy gibidir. Okşar zaman zaman, sert eser üşütür. Fırtınaya dönüşür. Ağaçları devirir. Sonra bora olur. Köklerinden söker atar.
Bazı kere vahşi bir hayvan olur tırmalar canları acıtmaz.

Arada bir kıvılcım savurur. Ormanları, canlıları yakar tutuşturur.
Sonra imdat için bulutları çağırır. Onlar gün ışığını kapatır. Ortalık birden kararır kuraklıktan korkan çiftçi umutlanır. Yakarır itmesin diye bulutları öteye. Her zaman fena değildir rüzgar. Aslında o da ister canlıları doyurmayı.
Islatmak için toprağı,
Ağlatır bulutları.

Thursday, May 17, 2018

GURUR

Gurur nedir?
Bir onur mudur?
Önemli midir?
Geçmişten mi gelir?
Geleceğe mi yönelmelidir?
Nasıl Olmalıdır?
Gurur iki yönlü bir davranış biçimidir. Kullanıldığı yere göre yorumlanır. Bazen bir geçmişten veya kişiden gurur duyulur. Tarihimizden olduğu gibi. Bu koşulda gurur onurla beraberdir. Anımsanması önemlidir. Yüzyıllar önceden günümüze ulaşan bilim, insanlık için onur, gelecek için ise, bir gururlanma umududur. Böyle konularda toplumsal gurur gözlenir. Aslında övünç ile gurur farklıdır. Gururlu kişiler, abartılı davranışları ile kendilerini herkesten üstün sanıp, başkalarını hor görürler. Bu küçümseyiş kırıcıdır, acıtıcıdır.
Varsa eğer onun yaptığı bir iş, onda emeği olmalıdır. Sadece gurur ona bir değer katmaz. Yaratırsa ancak o zaman övünç duyabilir. Bu da emekle hak edilir. Övünç de çerçeveyi aşmadıkça kimseyi rahatsız etmez. Çünkü o duygusal anlamda bir ödüldür.
Bazıları gururlanır sadece geçmişindekilerle, üzerlerine yenilik eklemeden kendinden.
Anılar yetmez bir eski çınar da olsa ihtiyar, üretecektir yeni dallar.
Kişi de üretmek ister. Onun için çalışır yorulur. Uğraşarak meydana getirdiği eseri ona ün sağlar. Bu ünle kazanılan şöhretin vereceği şeref, kendine yakıştırdığı gururdan daha üstündür.
Fakat o ünü taşırken duyacağı övünç, kişilerin eseri beğendiklerinin ifadesidir.
Gurura kapılmaktansa üretilen eseri ile övünç duymak yeterlidir.
Gururu kendimize değil ulusça gelişmemize ve kalkınmamıza layık görelim ve başarılarımızla övünelim.

Nihal Erem

Wednesday, May 16, 2018

19 MAYIS


Dalgalanıyordu Karadeniz
Değişiyordu tarihimiz
On altı mayıs günü geldi 
Fakat önemi bilinmedi
Limanda demirli bir gemi
Tarifeli Samsun seferi
Genç bir adam kimliği gizli
Kararla o vapura bindi
Lakin gözünde uyku yoktu
Yurdun hali ne oluyordu
Düşündü plan yaptı yol boyu
Artık çareyi biliyordu
Güvendi gençlere ulusa
Üçüncü gün girdi limana
Bin dokuz yüz on dokuzda
Samsun’da Anadolu’da
Katılmayan yoktu savaşa
Atılan özgürlük adımına
Halkımız genç, yaşlı coşmuştu
Yürekle umut dolmuştu
Sonunda zafer bizim oldu
Cumhuriyetimiz kuruldu
Birçok yeni işe el atıldı
Spor ve sporcu unutulmadı
On dokuz mayıs bayramı
Gençliğe bir armağandı
Spor gösterileri yapılırdı
Halk izlemeye doyamazdı
Sonradan onlar kaldırıldı
Atamızı anılmışsa eğer
Ona bütün özveri değer
O, spor dürüst yapılsın ister
Sporcu ahlaklı ise över