YAZLIKLAR - 5
Tatil mevsimi, dinlenme
zamanı olduğu kadar, sosyal yaşamı da etkiliyordu. Eskiden sevgi bağları
kuvvetli olan kardeş, aile birimleri yaz aylarını beraber geçirmekten
kaçınmazlardı. Çocuklara uygun bahçeli yerler seçilirdi.
Göztepe’de yan
yana duran iki köşk ‘Hasan Hayri Paşa’ Ailesi’ne aitti.
Ev sahiplerimiz
Mühendis Nejat Ergun Bey ile kız kardeşleri Melekper Kulakçı ve Öğretmen Nermin
Ergun Hanımlar merhum paşanın torunlarıydılar. Diğer köşk
ise satılmıştı.
İki bahçeyi ayıran alçak boylu duvarın bazı taşları dökülmüş ve ufak bir gedik
açılmıştı.
Oğullarımdan iki
buçuk yaşındaki Ömer etrafta tek başına dolaşır, dört aylık Faruk ise pusetinde
uyurdu. Ben de onları izlerdim. Bazen duvarın öbür yanında şarkı söyleyen bir
çocuğun sesi duyulurdu. Ara sıra ‘Tago neredesin?’ sorusuyla aranırdı. Bir ‘Buradayım’
yanıtı yakından gelmişti. Evet!.. Yıkık duvarın öbür tarafında çok güzel gözlü,
bal gibi tatlı bir kız vardı. Beş yaşlarında olmalıydı. Ömer hayranlıkla ona
bakıyordu. Sanki o masum şarkılar iki yalnız çocuğu arkadaşlığa çağıran
davetiyelerdi... Yanlarına gittim, ismini sordum. ‘Taciser Özcan’ dedi.
Arkadaşlık
başlamış yalnızlık bitmişti. İki minik çocuğun adımları komşuluk ilişkisinin
nedeni olmuştu. Anneanne Bosna kökenli Sayın Mukaddes Sadıkoğlu ailenin
çınarıydı. Taciser’in ve kardeşi Birgan’ın babaları Prof. Dr. Remzi Özcan,
anneleri Sayın İlhan Özcan’dı. Taciser’in teyzesi Sayın Sahavet ve eşi Bankacı
Müştak Bey ve kızları Sema yazları köşkte buluşurlardı.
Bana diyabet
teşhisi koyan ilk doktor olan Sayın Profesörü ve bugün hayatta olmayan tüm Göztepe’li
komşuları, tanıdıkları ve ev sahiplerimizi rahmetle anıyorum.
Göztepe
bahçelerinden özgürce geçirilen ilk çocukluk süreci okula başlama dönemi olan
yedi yaşta sorumluluğun başlangıcıydı. İlkokuldan sonra yabancı dillere ve
kültüre önem veren liselere girmek isteyenler için seçme sınavları vardı.
Kazanmak için yoğun çalışma gerekiyordu. O zorlu ve heyecanlı dönemi (1967) ve
(1970) de yaşadık. Hem çocuklar, hem bizim için çok eziyetli bir devreydi. Ama
emeklerin boşa gitmemesi sevindiriciydi. Oğullarımız ilk gençlik çağına
geçmişlerdi.
Aslında ucu açık
bir sistem olan eğitim süreci yeni başlıyordu. Hangi mesleğe yöneleceklerine
kendileri karar vereceklerdi. Artık biraz daha özgürlerdi. Okumaya sınır yoktu.
Ancak eğlenmek de önemliydi. Gezme, yüzme, spor, sinema ve konukseverlik de
vardı. (1966) yılı alınmış olan ‘Anadol’ yurtiçi gezilere yaradığı gibi endişe
verici denemelere de neden oluyordu.
Akranları olan
yeni arkadaşları Cemil, Fikri, Bülent ve Şefik ile çeşitli aktiviteler günleri
dolduruyordu. Denize duydukları ilgi artmıştı. Sahiller açıktı; Süreyya Plajı,
Küçükyalı Kıyıları uygundu. Bir süre sonra Fenerbahçe’de sahipsiz, terk edilmiş
ufak bir tekne bulmuşlardı. Onu alıp onarmaya karar vermişlerdi, balık tutmayı
seviyorlardı. Bir sefer büyük bir kalkanla geldiler. İnanmak zordu; ‘Acemi
şansı’ dediler ve sözlerine güvenilirdi. Son zamanlarda ev sahiplerimiz köşkün
eskidiğinden söz ediyorlardı. Üzücüydü ama gerçekti. Artık bizi bırakıyordu. Uygun
bir yer bulmalıydık. Büsbütün mü taşınacaktık? Emine kızımın törene döndürdüğü
taşınma günleri ve dostluklar anılarda mı kalacak? Ufukta ayrılık mı var?
Olabilir. Çünkü Emine de bir genç kız, yuva kurma zamanı, bir talibi de var. Almanya’da
çalışan ‘Nihat Partak’ kızımızı uzağa götürecek. O da Sivaslı. Öz anneler düğün
yapacaklar. Ben ve tüm aile nişan törenini (1973) senesi Eylül ayından önce
Göztepe’de bahçede yapmayı düşünüyorduk.
Emektar, yorgun, eski köşkü hüzünle
değil, mutu bir olayla hatırlamak istiyoruz. Bunu çoktan hak etti. Nitekim de
öyle oldu...