Thursday, June 15, 2017

YAZLIKLAR IV

1950’li yıllar sona ermek üzereydi…
İlk oğlumuz bir buçuk yaşındaydı. 1958 senesinin Ocak ayında ise ikinci oğlumuz dünyaya geldi.
Göztepe’de ilk defa 1935’de oturduğumuz bu aynı köşk, arada geçen 22 yıla göğüs germişti. Doğa yasaları bir çok şeyi yavaş yavaş yıprattığı veya kullanımdan kaldırdığı için önümüzdeki ‘’İkinci Göztepe Dönemi’’ ne kadar sürecek belli değildi.
Meğer 17 yıl daha varmış!...
Çocuklarımız büyüyor. Üç tekerlekli bisikletler geride kalıyor, Göztepe gelişiyordu.
Göztepe ulaşım bakımından trenle Haydarpaşa’ya ve İstasyon Caddesi’nden geçen ‘’GZ’’ işaretli belediye otobüsleri ile ve dolmuş yapan taksilerle Kadıköy’e bağlanıyordu. Dolmuşlar kişi başına (25 kuruş)tu. Nüfus artmıştı. Fakat trafik böyle yoğun değildi. Göztepe’de yeni dükkanlar iş yerleri açılmıştı. Pazartesi günleri semt pazarı kuruluyordu. Artık ‘’Sade’’ bir yazlık kimliği kayboluyordu. Buna rağmen haftanın belli bir gününde gelip kendi ürettikleri şeyleri, köşklere getirerek satan dürüst ve gayretli kişilerde vardı. Küçük çocuklarıyla beraber köy ürünleri taşıyan Kozyataklı anneye, kurabiyeler, vişneli volovanlar yapan rus asıllı satıcıya güvenirdik. Çocuklarım, kapıya park eden Migros kamyonu gitmeden ‘’Koşun Migos geldi!... diye haber verirlerdi. Çünkü arada sırada yağ veya herhangi bir maddenin kıtlığı olur kuyruklarda beklerdik.
O sırada eşim Kayseri’ye atanınca, bizi büyüklerle Göztepe’de bıraktı. Ev bulacaktı. Buldu da…
Yepyeni bir apartmanın beşinci katındaki hiç kullanılmamış kalorifersiz bir daireydi. Orada çocuklarla bir abla, oyun arkadaşı 9 yaşındaki ‘’Emine Doğan’’ kızımız oldu. Artık üç çocuklu bir kadındım. Güzel yüzlü iyi huylu, şen mizaçlı sevgili ‘’Emine’’ artık büyük küçük bütün ailenin bir ferdiydi.
Sonra yıllarca Göztepe’ye taşınma bir tören haline geldi. Nisan başında heyecan başlardı. Önce bütün kış kapalı duran evde temizlik yapılırdı. Taşınma günü benimle Emine’ye aitti. Herkese ‘’Erken gelmek yok !...’’ diye sıkı sıkı tembih ederdim. Eşyalar, zaten hazırlanmış olan denkleri ve her ne varsa, uzak akrabadan birine emanet ederdik. Çoğunlukla kimseyi işe karıştırmazdık. Erkenden yola koyulurduk.
Boğaziçi köprüsü yoktu. Köşkün kapısından girerken mis gibi çam kokusu ciğerlerimize sinerdi. Gıcırtıyla açtığımız ev kapısından karanlık köşke girer hemen bütün panjurları açardık. O anda içeri giren güneş ışığı, temiz hava, çam ve akasya kokusu, güvercin sesleri yazın başladığını müjdelerdi.
Kamyon gecikmezdi. Eşyalar boşaltılıp her şey yerine yerleşince iş bize kalırdı. Yatacak karyolaları, dolaba konacakları, serilecek halıları, yayılacak çarşaf ve pikeleri, akşam olmadan tamam edelim derken, bazen bahçeden oğlanların ve büyüklerin konuşma sesleri duyulurdu.
Neyse ki iş mutfak önündeki platformdaki yemek masasını hazırlamaya kalmış olurdu.
Onu da gelen aile bireyleri hevesle yapar, bizi sofraya davet ederlerdi.
Getirdikleri soğuk yemekler iştahla yenilirdi.



No comments:

Post a Comment