YAZLIKLAR
IV
1950’li yıllar
sona ermek üzereydi…
İlk oğlumuz bir
buçuk yaşındaydı. 1958 senesinin Ocak ayında ise ikinci oğlumuz dünyaya geldi.
Göztepe’de ilk
defa 1935’de oturduğumuz bu aynı köşk, arada geçen 22 yıla göğüs germişti. Doğa
yasaları bir çok şeyi yavaş yavaş yıprattığı veya kullanımdan kaldırdığı için
önümüzdeki ‘’İkinci Göztepe Dönemi’’ ne kadar sürecek belli değildi.
Meğer 17 yıl daha
varmış!...
Çocuklarımız
büyüyor. Üç tekerlekli bisikletler geride kalıyor, Göztepe gelişiyordu.
Göztepe ulaşım
bakımından trenle Haydarpaşa’ya ve İstasyon Caddesi’nden geçen ‘’GZ’’ işaretli
belediye otobüsleri ile ve dolmuş yapan taksilerle Kadıköy’e bağlanıyordu.
Dolmuşlar kişi başına (25 kuruş)tu. Nüfus artmıştı. Fakat trafik böyle yoğun
değildi. Göztepe’de yeni dükkanlar iş yerleri açılmıştı. Pazartesi günleri semt
pazarı kuruluyordu. Artık ‘’Sade’’ bir yazlık kimliği kayboluyordu. Buna rağmen
haftanın belli bir gününde gelip kendi ürettikleri şeyleri, köşklere getirerek
satan dürüst ve gayretli kişilerde vardı. Küçük çocuklarıyla beraber köy
ürünleri taşıyan Kozyataklı anneye, kurabiyeler, vişneli volovanlar yapan rus
asıllı satıcıya güvenirdik. Çocuklarım, kapıya park eden Migros kamyonu gitmeden
‘’Koşun Migos geldi!... diye haber verirlerdi. Çünkü arada sırada yağ veya
herhangi bir maddenin kıtlığı olur kuyruklarda beklerdik.
O sırada eşim
Kayseri’ye atanınca, bizi büyüklerle Göztepe’de bıraktı. Ev bulacaktı. Buldu da…
Yepyeni bir
apartmanın beşinci katındaki hiç kullanılmamış kalorifersiz bir daireydi. Orada
çocuklarla bir abla, oyun arkadaşı 9 yaşındaki ‘’Emine Doğan’’ kızımız oldu.
Artık üç çocuklu bir kadındım. Güzel yüzlü iyi huylu, şen mizaçlı sevgili ‘’Emine’’
artık büyük küçük bütün ailenin bir ferdiydi.
Sonra yıllarca
Göztepe’ye taşınma bir tören haline geldi. Nisan başında heyecan başlardı. Önce
bütün kış kapalı duran evde temizlik yapılırdı. Taşınma günü benimle Emine’ye
aitti. Herkese ‘’Erken gelmek yok !...’’ diye sıkı sıkı tembih ederdim. Eşyalar,
zaten hazırlanmış olan denkleri ve her ne varsa, uzak akrabadan birine emanet
ederdik. Çoğunlukla kimseyi işe karıştırmazdık. Erkenden yola koyulurduk.
Boğaziçi köprüsü
yoktu. Köşkün kapısından girerken mis gibi çam kokusu ciğerlerimize sinerdi. Gıcırtıyla
açtığımız ev kapısından karanlık köşke girer hemen bütün panjurları açardık. O
anda içeri giren güneş ışığı, temiz hava, çam ve akasya kokusu, güvercin
sesleri yazın başladığını müjdelerdi.
Kamyon
gecikmezdi. Eşyalar boşaltılıp her şey yerine yerleşince iş bize kalırdı.
Yatacak karyolaları, dolaba konacakları, serilecek halıları, yayılacak çarşaf
ve pikeleri, akşam olmadan tamam edelim derken, bazen bahçeden oğlanların ve
büyüklerin konuşma sesleri duyulurdu.
Neyse ki iş
mutfak önündeki platformdaki yemek masasını hazırlamaya kalmış olurdu.
Onu da gelen aile
bireyleri hevesle yapar, bizi sofraya davet ederlerdi.
Getirdikleri
soğuk yemekler iştahla yenilirdi.
No comments:
Post a Comment