Monday, November 28, 2016

KOZYATAĞI

İlk gençlik yıllarımız (1940-1950) dönemindeydi.

Aile bireyleri safari gibi toplu yürüyüşler yapardık. Kozyatağı İçerenköy’e yakın sade bir yerleşim yeriydi. Yolu tenha ve sakindi. Şimdi nasıl bilmiyorum. Ama uzun seneler öyle kalmıştı.

O gezilerde çevreyi de tanıyorduk. Bir sefer de ulu bir çınarın altındaki, tertemiz bahçeli, havuzlu kır kahvesini keşfetmiştik. Hemen yanındaki çeşmeyi ve etrafında dolaşan kazları, ördekleri görünce “Ben burayı daha önceden biliyorum” demiştim.

Sonra gözümün önündeki sisler dağılmıştı. Evet. Çocukken arabayla geldiğimiz yerdi! Hiç değişmemişti. Değişen bizlerdik. Yorulup mola verdiğimizde, Mehmet Efendi’nin işlettiği o huzurlu ortamda taze kahve, ince belli pırıl pırıl cam bardakta demli çay veya çınarın gölgesinde soğuk gazoz içip dönüşe geçmek bir zevkti.

O ulu çınarın güzelliğini aksettiren kimliklerini bilmediğim iki ressamın orada çalıştıklarına zaman içinde tanık oldum. Biz de bazen ailece masaları birleştirip uzun bir sofra kurar piknik yapardık. Tek tük yaşlı köylü ağaları tedirgin etmemeğe çalışırdık. Belki onlar da bir canlılık görünümünden mutlu olurlardı, şimdiki gibi kısıtlamalara kalkmaz, hoşgörü ile kahvelerini içerlerdi.

Bir gün iki teyzem beraberce o yolda giderken kendi kendine yüksek sesle söylenip lanet eden yaşlı bir kadıncağıza rastlamışlar. Merak etmişler. Kadın ikisi de öğretmen olan teyzelerime kendini tanıtıp derdini anlatmış.

Ona: “Dörtköşe Zehra Hanım” (!) derlermiş. Oğlu genç bir kadınla evlenmiş. Çocukları da olmuş. Ama tembel olduğu gibi çocuklarının yiyecekleri, eti, sütü, yumurtayı kendine ayıracak kadar da egoistmiş! Ailenin ise ürettiklerinden başka gelirleri yokmuş…

Teyzelerim yollarını Zehra Hanım’ın evine çeviriyorlar. Genç annenin neler yetiştirdiğini görerek satın alma anlaşması yapıp adres veriyorlar. O da evlere getirmeyi kabul ediyor. Güvene dayanan ticaret başlıyor.

Büyük teyzem Erenköy’de, küçük teyzemle biz yaz boyunca Göztepe’deyiz. Genç annenin şimdilik başka müşterisi yok. Haftanın bir gününü bu işe ayırıyor. Saf inek ve koyun sütünden yaptığı kaymaklı yoğurtları, emaye çukur taslara mayalıyor. Dar, uzun kesilmiş kontrplaklara üçer üçer, yan yana diziyor, üst üste koyup kare biçimli ekose bez örtünün ortasına çaprazlama oturtuyor. Karşılıklı köşeleri birleştirip sıkıca düğümlüyor.

Doğal beslenen tavukların taze yumurtalarını büyük yuvarlak saplı sepetin içindeki samanların arasına yerleştiriyor.

DNA’sı bozulmamış mis gibi kokan, kıpkırmızı kır domateslerini yapraklarına sarılı sütlü mısırları, körpe salatalıkları, dereotu, nane, maydanoz demetlerini bez torbalara dolduruyor. Hafifleri çocuklara verip, yoğurt bohçasını, sepeti kendi yükleniyor.

Trende yer bulursa, üç beş dakika ilişiyor. İneceği durak yakın.

O çocuk kadın, o hakkı sömürülmüş anne…

Herhalde bizimle akrandı. Ama hiç belli değildi.

Hala, geleceğinin karanlığı içindeki (ey) kadın!

Sen evlatlarını böyle büyüttün okuttun.

Alınterini, emeğinin karşılığı olan ürününü sattın.

Kızını satmadın...SATMA!

1 comment: