İLETİŞİM
Yaratıcı’nın yarattığıyla iletişimi için var ettiği bu
evrende canlılar, kendi türlerine göre aralarında ve diğerleriyle
anlaşıyorlar... İnsanlar da, en ilkel çağlardan beri, haberleşme yolları
aradılar. Toplum hayatı dilleri oluşturdu. İletişim için bazen bir kuş, bazen
yoğun duman veya bir ıslık, ya da ateş araç seçildi. Uygarlık ilerledikçe,
insanlığın ruhsal gelişimini sağlayacak ve Tanrısal iletişimin rehberleri olan
kutsal kitaplar, geniş kitleleri etkileri altına aldılar.
Ne yazık ki, tanışmayı, anlaşmayı, birleşmeyi içeren
iletişim amacından saptı. Din adı altında, kurumsallaşmış bir sistemin elinde değişti.
Zulümlere, kan dökülmesine yıkımlara alet edildi. Vicdanlarda yer bulmadı.
Evet çok ilerleyen bilim ve teknolojiyle buluşlar oldu. İletişim
ağı inanılmaz boyutlara ulaştı. Bugün, ben bile, Blog’la dünyaya
açılabiliyorum! Tabii bunda oğlum M. Faruk Sile ile eşi Ayşen Gürel Sile’nin
çok büyük destteği, payı ve emeği var. Onların teşvikleri ve uğraşılarıyla,
yaşadıklarımla, büyüklerden dinlediklerimle, geçmişi bugüne getirebiliyorum.
Çocukken iletişim daha kısıtlıydı.
Tabii, telgraf, telefon, radyo, kitap, gazete, dergi, vapur,
tren, tramvay, otomobil çağında doğdum. Elbette onlar kendi alanlarında
iletişim araçlarıydı. Ancak medeniyetlere sahne olmuş, kültürlü, inançlı çok
büyük bir ülkenin şehri İstanbul’dan söz ederken gerçekçi olmak istiyorum.
Cumhuriyetimizin ilk yıllarını ve olayları yaşamış olarak
anılarım Blog’da yer alırsa ne kadar ilginç? Bilmiyorum. O vakit tüm dünyayı
saran, haritaları değiştiren, kanlı savaşları yaşamış ulusumuzla yeniden
kalkınıyorduk. Kadınları, erkekleri öğretmenler olarak, hizmet veren kalabalık
bir aileydik. Görevleri dolayısıyla, aile birimleri İstanbul’da ve yakın
semtlerde otururlardı. Birbirleriyle yakın iletişim içindeydiler. Olaylar,
haberler, neşeler, üzüntüler paylaşırlardı. Bu özgün tarihli yaşlı kent, yorgun
düşürülmüştü. Fakat sevgili Atatürk, çağdaşlaşma, ilerleme ve başarma aşısını
damarlara zerk etmişti. Sanki bir iletişim şaheseriyle, ilkeleri ve devrimleri
kabul ettirip ulusu diriltti. Artık hedef belliydi. İletişimi, sevgiyi, birliği
engelleyen her türlü gerici akımlar, dildeki ağdalı sözcüklüklerle kısıtlanan
uygarlık kapısı yeni ufuklara açılacaktı... O dönemin, özverili, idealist öğretmenlerini
unutmadığım ve minnetle, rahmetle andığım gibi, bugünün iletişim olanaklarından
yararlanan aydın fikirli Cumhuriyet ilkelerine bağlı olan eğitimcilere saygı
ile teşekkür ediyorum.
Babam da hem bir hoca, hem de Türkiye’nin Belçika’dan mezun
ilk elektrik mühendislerinden biriydi. Belediyede Fen işleri danışmanı olarak
ve tesis kurulmasında görev alıyordu. O nedenle evimizde telefon vardı. Fakat
çoğunlukla, küsmüş gibi suskun dururdu. Ancak babam aranınca zili çalardı. Ya
biz? Kimsenin evinde telefon yoktu ki... Küçük yaşta tanıştığımız o araç küçük
bir sehpa üstünde yalnızdı. O aparey siyah yuvarlak bir tabana yerleşmişti.
Sıfırdan dokuza kadar sayıların dizildiği numeratör de oradaydı. Tam ortada dik
duran siyah boru 15 – 18 santim boyundaydı. Huniye benzer bir ahizeyle sona
ererdi. Ona konuşulurdu. Yandaki askıda duran kulaklık sesi dinlemeğe yarardı.
Konuşma bitince yine yerine asılırdı. Kentlerde yaygın olmadığı için iletişim
detaylı mektuplarla sağlanırdı. Önemli ve acele durum varsa telgraf çekilir, en
az sayıda sözcükle havadis ulaştırılırdı. Teknik sorun mu vardı? Parasal
gereklilik mi? Bilmiyorum. Fakat tanıdığımız bir annenin evladını merak ederek yazdığı
mektuba gelen yanıtın: “Ölmedim” olduğunu anımsarken, durup dururken meraklanan
annelere kıyasla, şimdiki annelerin evlatları için korkacak ne çok konular
olduğunu görerek üzülüyorum.
İletişimin bir boyutu beyinle yürek arasında. O sorunların
çözümü önemli.
Merhametin kaynağı ve sahibi “YARATAN” ile yaratılanın
iletişimi ise içten gelen duygu ve DUA’larla...
No comments:
Post a Comment