Friday, November 11, 2016




ANILARDAN


Toprağı kazıldıkça geçmişi, ilkel çağlara inen gizemli bir belde. Dünyada her dönemde göz kamaştırmış konumu ve kültürü ile yüz yıllarca zengin uygarlıklara sahne olmuş. Devirler açıp kapamış bu eşsiz kent İstanbul...
Görüp geçirdikleri tarihe kaynak olmuş!...
İçinde doğmak şansına sahip olduğum bu benzersiz şehre ben de 1926 Ekim ayında katıldım.
Doğal olarak bu konuda yazılmış, basılmış, gösterime sunulmuş o kadar çok eser varken benim birkaç kişisel izlenimim çok anlam taşımayacak. Ancak uzun ömrümden geriye bakarsam belki bazı çocukluk ve gençlik anılarım, fikirlerim, geçmiş ve değişmiş bir yaşam tarzını gözler önüne serebilir.
O sene, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun üçüncü yılı. Doğum semtim Beyazıt. İstanbul’un merkezlerinden biri. Evimiz ve çevremiz hakkında, belleğimde ulaştığım ilk anılar 1932’den başlıyor. Kimileri sisler arasında beliren hayal ve gerçek arası izlenimler. Bazıları gitgide yaşantımda yer alıyor.
Beyazıt, Fatih, Süleymaniye, Sultanahmet, Şehzadebaşı ve Laleli anıtsal camileri, sosyal binaları ve kişisel konakları ile ünlü eski Osmanlı semtleriydi.
Fakat Beyazıt Meydanı’nda gözümde en çok, şimdi İstanbul Üniversitesi’nin girişi olan, o üç kemerli kapı, bahçedeki tarihi kule ile alandaki büyük oval havuz canlanıyor. Cami, karşısındaki kütüphane binası ve diğerleri sanki hiç yoklar. Ama teyzemin Şehzadebaşı’ndaki halamın Fatih’teki evlerinin ve Vefa Bozacısı’nın yollarını anımsıyorum!
Demek Kule ve ne yazık ki artık yerine daha iyi bir şey  konmadan yok edilen o güzelim havuz, benim çocukluğumun, gençliğimin, etkileyici bir anısıymış.
Beyazıt Meydanı geçmişi geleceğe bağlayan bir odak noktası gibiydi. Sultanahmet’ten gelen tramvay hattı orada ikiye ayrılıp, biri Edirnekapı’ya diğeri Topkapı’ya yönelirdi. Bazıları da ortadaki havuzu dolanıp geri dönerlerdi...Oval formlu büyük havuzun iki fıskiyesi (sprayer) vardı. Çevresine banklar dizilmişti. Sular açıldığında, damla şıpırtıları müzik etkisi yapardı. Geceleriyse renkli ışıklarla aydınlatılan su zerreleri kristal yağmuruna dönüşürdü.
Çeşitli yön ve yörelerden gelenler orada buluşur veya dinlenir, orada oturup sohbet ederlerdi. Ağaçlara tüneyen güvercinler, serçeler su içer yıkanırlardı. Ümitle bekledikleri damlardan, mısırlar serpilince, hep birden kanat hışırtısıyla yere konar, itişe kakışa taneleri kapışmağa çalışırlardı.
Camiden ve üniversiteden çıkan kız erkek, modern eğitimli gençler, hoşgörü ile yan yana oturur, saygıyla konuşurlardı.
Ne yazık ki 1950’lerde o havuzla beraber, bir ruh, bir tarih, bir huzur ortamı gitti. Geride birlik ve sevgi atmosferinin özlemi kaldı.
Halbuki başka ülkeler, böyle eski ve anlamı olmayan eserleri bile korumak için ne kadar özen gösteriyorlar.
Biz bütün değerleri, tarihi güzellikleri harcamakta sakınca görmedik.
Beyazıt’ta başlayan yaşantım 1937’e kadar orada geçti. Okulumuz Saraçhane’deydi. Gidip gelirken yürüyor meydandan geçiyorduk. Galiba üçüncü veya dördüncü sınıftaydım. Öğretmenimiz bizi Beyazıt Kulesi’ne götürdü. Hep dışarıdan gördüğümüz kulenin tepesine çıkacaktık!.. O dönemde kulenin içi oldukça loştu. Mazgal deliklerinden sızan ışık ve havaya alışmak biraz zordu. Ama tırmandık. Görevlilerin bulunduğu geniş bölüme ulaşmak gün yüzüne çıkmak gibiydi. Bayrak direğine ulaşmak için kısa bir merdiven kalmıştı. İşte son basamak! Etrafı parmaklıklı küçük balkondayız. Güneş göz kamaştırıyor. Rüzgar yok. İstanbul önümüze serilmiş. Aşağıda Beyazıt Meydanı; insanlar karıncalara, tramvaylar kibrit kutularına, o koca havuz yüzük taşına benziyorlar. Etrafa bakıyorum.  
İşte (Haliç) tarihi Golden Horn. Şurada (Galata Kulesi) biraz güdük gibi. Burada (Galata Köprüsü) kentin can damarı. İleride (Sarayburnu) ağırbaşlı ve Surlara hakim. Yükseklerde  muhteşem (Camiler) narin minareleriyle. Arkada (Marmara Denizi ve Adalar) sakin. Karşıda Asya’nın uzantısı (Anadolu) sahilleri ve (Haydarpaşa= tren hattının başı ve sonu. Yanında (Üsküdar) huzurlu. Efsanesi ile ünlü (Kız Kulesi) yön verici. Karşılıklı (Hisarlar) Boğazın koruyucuları. İki yakada (İskeleler) kıyı köylerini tanıtıyor. (Kavaklar) Balıkçı tekneleri. Taaa Karadeniz’e kadar... Ama deniz kara değil ki! Masmavi.
Peki ya karalar? Onlar da kara değil. Hepsi yemyeşil. Ormanlar, korular. Arada beyaz yalılar, köşkler, kırmızı kiremitli çatılar yer alıyor. Pembe mor erguvanlar, sarı katırtırnakları, beyaz papatyalar, kırmızı gelincikler, kara denenleri canlandırıp coştururken kuleden iniyoruz.
İşte kuşbaşı İstanbul, o yıllardaki görüntüsüyle böyle canlanıyor.
Aradan bunca yıl geçti. Artık oralara gitmek, görebilecek olsam bile o yerleri görmek istemiyorum.
Evet Beyazıt Meydanı, kulesi duruyor.
Tabii ki çocukluğumun İstanbul’u artık yok. Değişecekti. Değişti de. Her şey gibi... Çünkü yaşam durağan değil. Ancak bu değişim, bir kıyıma dönüştürülmeden, her canlının doğaya muhtaç olduğunu, asla unutmadan uygulanmış olsaydı, bugün ‘’iyi ki o günleri yaşamışım’’ diye yetinmek istemezdim.
Nihal Erem
Not: Bu yazı haberden önce yazılmıştı.
2 Kasım 2016 Haberler:

Unicef uyarıyor! Hava su kirliliği. Çocuklar ölüyor.

No comments:

Post a Comment