ANILARDAN
Toprağı
kazıldıkça geçmişi, ilkel çağlara inen gizemli bir belde. Dünyada her dönemde göz
kamaştırmış konumu ve kültürü ile yüz yıllarca zengin uygarlıklara sahne olmuş.
Devirler açıp kapamış bu eşsiz kent İstanbul...
Görüp
geçirdikleri tarihe kaynak olmuş!...
İçinde doğmak
şansına sahip olduğum bu benzersiz şehre ben de 1926 Ekim ayında katıldım.
Doğal olarak bu
konuda yazılmış, basılmış, gösterime sunulmuş o kadar çok eser varken benim
birkaç kişisel izlenimim çok anlam taşımayacak. Ancak uzun ömrümden geriye
bakarsam belki bazı çocukluk ve gençlik anılarım, fikirlerim, geçmiş ve
değişmiş bir yaşam tarzını gözler önüne serebilir.
O sene, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşunun üçüncü yılı. Doğum semtim Beyazıt. İstanbul’un
merkezlerinden biri. Evimiz ve çevremiz hakkında, belleğimde ulaştığım ilk
anılar 1932’den başlıyor. Kimileri sisler arasında beliren hayal ve gerçek
arası izlenimler. Bazıları gitgide yaşantımda yer alıyor.
Beyazıt, Fatih,
Süleymaniye, Sultanahmet, Şehzadebaşı ve Laleli anıtsal camileri, sosyal
binaları ve kişisel konakları ile ünlü eski Osmanlı semtleriydi.
Fakat Beyazıt
Meydanı’nda gözümde en çok, şimdi İstanbul Üniversitesi’nin girişi olan, o üç
kemerli kapı, bahçedeki tarihi kule ile alandaki büyük oval havuz canlanıyor.
Cami, karşısındaki kütüphane binası ve diğerleri sanki hiç yoklar. Ama teyzemin
Şehzadebaşı’ndaki halamın Fatih’teki evlerinin ve Vefa Bozacısı’nın yollarını
anımsıyorum!
Demek Kule ve ne
yazık ki artık yerine daha iyi bir şey
konmadan yok edilen o güzelim havuz, benim çocukluğumun, gençliğimin,
etkileyici bir anısıymış.
Beyazıt Meydanı
geçmişi geleceğe bağlayan bir odak noktası gibiydi. Sultanahmet’ten gelen
tramvay hattı orada ikiye ayrılıp, biri Edirnekapı’ya diğeri Topkapı’ya
yönelirdi. Bazıları da ortadaki havuzu dolanıp geri dönerlerdi...Oval formlu
büyük havuzun iki fıskiyesi (sprayer) vardı. Çevresine banklar dizilmişti.
Sular açıldığında, damla şıpırtıları müzik etkisi yapardı. Geceleriyse renkli
ışıklarla aydınlatılan su zerreleri kristal yağmuruna dönüşürdü.
Çeşitli yön ve
yörelerden gelenler orada buluşur veya dinlenir, orada oturup sohbet ederlerdi.
Ağaçlara tüneyen güvercinler, serçeler su içer yıkanırlardı. Ümitle
bekledikleri damlardan, mısırlar serpilince, hep birden kanat hışırtısıyla yere
konar, itişe kakışa taneleri kapışmağa çalışırlardı.
Camiden ve üniversiteden
çıkan kız erkek, modern eğitimli gençler, hoşgörü ile yan yana oturur, saygıyla
konuşurlardı.
Ne yazık ki
1950’lerde o havuzla beraber, bir ruh, bir tarih, bir huzur ortamı gitti.
Geride birlik ve sevgi atmosferinin özlemi kaldı.
Halbuki başka
ülkeler, böyle eski ve anlamı olmayan eserleri bile korumak için ne kadar özen
gösteriyorlar.
Biz bütün
değerleri, tarihi güzellikleri harcamakta sakınca görmedik.
Beyazıt’ta
başlayan yaşantım 1937’e kadar orada geçti. Okulumuz Saraçhane’deydi. Gidip
gelirken yürüyor meydandan geçiyorduk. Galiba üçüncü veya dördüncü sınıftaydım.
Öğretmenimiz bizi Beyazıt Kulesi’ne götürdü. Hep dışarıdan gördüğümüz kulenin
tepesine çıkacaktık!.. O dönemde kulenin içi oldukça loştu. Mazgal
deliklerinden sızan ışık ve havaya alışmak biraz zordu. Ama tırmandık.
Görevlilerin bulunduğu geniş bölüme ulaşmak gün yüzüne çıkmak gibiydi. Bayrak
direğine ulaşmak için kısa bir merdiven kalmıştı. İşte son basamak! Etrafı
parmaklıklı küçük balkondayız. Güneş göz kamaştırıyor. Rüzgar yok. İstanbul önümüze
serilmiş. Aşağıda Beyazıt Meydanı; insanlar karıncalara, tramvaylar kibrit
kutularına, o koca havuz yüzük taşına benziyorlar. Etrafa bakıyorum.
İşte (Haliç)
tarihi Golden Horn. Şurada (Galata Kulesi) biraz güdük gibi. Burada (Galata
Köprüsü) kentin can damarı. İleride (Sarayburnu) ağırbaşlı ve Surlara hakim.
Yükseklerde muhteşem (Camiler) narin
minareleriyle. Arkada (Marmara Denizi ve Adalar) sakin. Karşıda Asya’nın
uzantısı (Anadolu) sahilleri ve (Haydarpaşa= tren hattının başı ve sonu.
Yanında (Üsküdar) huzurlu. Efsanesi ile ünlü (Kız Kulesi) yön verici.
Karşılıklı (Hisarlar) Boğazın koruyucuları. İki yakada (İskeleler) kıyı köylerini
tanıtıyor. (Kavaklar) Balıkçı tekneleri. Taaa Karadeniz’e kadar... Ama deniz
kara değil ki! Masmavi.
Peki ya karalar?
Onlar da kara değil. Hepsi yemyeşil. Ormanlar, korular. Arada beyaz yalılar,
köşkler, kırmızı kiremitli çatılar yer alıyor. Pembe mor erguvanlar, sarı
katırtırnakları, beyaz papatyalar, kırmızı gelincikler, kara denenleri
canlandırıp coştururken kuleden iniyoruz.
İşte kuşbaşı
İstanbul, o yıllardaki görüntüsüyle böyle canlanıyor.
Aradan bunca yıl
geçti. Artık oralara gitmek, görebilecek olsam bile o yerleri görmek
istemiyorum.
Evet Beyazıt
Meydanı, kulesi duruyor.
Tabii ki
çocukluğumun İstanbul’u artık yok. Değişecekti. Değişti de. Her şey gibi...
Çünkü yaşam durağan değil. Ancak bu değişim, bir kıyıma dönüştürülmeden, her
canlının doğaya muhtaç olduğunu, asla unutmadan uygulanmış olsaydı, bugün ‘’iyi
ki o günleri yaşamışım’’ diye yetinmek istemezdim.
Nihal Erem
Not: Bu yazı
haberden önce yazılmıştı.
2 Kasım 2016
Haberler:
Unicef uyarıyor!
Hava su kirliliği. Çocuklar ölüyor.
No comments:
Post a Comment