‘ONUNCU YIL’ dan BU YANA...
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri 93 yıl geçti. Ben 90 senedir hayattayım.
Demek (10’cu yıl) dan bu yana 80 yıl olmuş. Halbuki anılar ne kadar taze! Dün
gibi. Hatta bazıları biraz daha eskiye dayanıyor. Altı - yedi yaşındayken
Beyazıt Soğanağa Mahallesi’nde doğduğum ve o seneler yaşadığım ahşap evde,
masaya serilmiş kırmızı ve beyaz kumaşları anımsıyorum.
Türkiye’nin
Belçika’da eğitilmiş ve ilk elektrik mühendislerinden olan babam Hulki Erem
yasal ölçülere uygun boyutlarda bir bayrağımız olsun istiyormuş. Elinde cetvel,
pergel, açıölçer ve kalemiyle işaretler alıyordu. Diğer tarafta teyzem Singer
marka el makinesinin önünde oturmuş kırmızı kumaşı ölçüp biçiyordu.
Ben daha okula
başlamamıştım. Ancak kalabalık ve eğitimci bir ailede Cumhuriyetin özgür,
gayretli ve umutlu havası evimize hakimdi.
1932-33
döneminde, Saraçhane’de, şimdi Belediye Sarayı’nın olduğu yerdeki İstiklal
Lisesi’nin ilkokul bölümünün birinci sınıfına kardeşimle birlikte başladık.
Milli Eğitimin en büyük kazançlarından biri olan Yeni Türk Alfabesiyle okuyup
yazmayı çok kolay öğrendik. Okul eskiden kalma 20-25 odalı ahşap bir konaktı.
Geceli, gündüzlü eğitim veriliyordu. Bina biraz yıpranmış olsa da, eğitim
moderndi. Fizik, kimya laboratuvarları, dördüncü sınıfta başlayan Fransızca
öğretimi ile spor yapılan bahçeleri vardı. Öğretmenlerimizi bizi kız erkek
ayırımı yapmadan Cumhuriyet ilkelerine göre yetiştiriyorlardı.
O sene
Cumhuriyetimizin Onuncu Kuruluş Yılı kutlanıyordu.
Coşku çok
büyüktü.
Sınıfımızı
süsledik. Tavanlar yüksek, pencereler dar ve uzundu. Krepon kağıdından perdeler
yaptık. En uzun boylu arkadaşımız öğretmenimizle onları asarken bizler renkli
kağıtlarla zincirler, şeytan minareleri yapıyor, bayraklar asıyor, şiirler,
şarkılar öğreniyorduk...
Evde ise ayrı bir
çaba vardı. Biz çocuklara parıltılı maytaplar, balonlar, renkli mumlar, kağıt
fenerler, bayraklar alınmıştı.
Evimizin önü
küçük bir meydan gibiydi. Ön yüzeyimiz bir dizi ampulle aydınlatılacaktı.
Marangoz gelmişti. Tahtaları kesiyor, meydana yönelik olarak vidalanıyordu.
Onlara sıralanacak ampuller, cumhuriyetin gerçek ışığını yansıtan, ruhları,
beyinleri, ülküleri, ufukları genişleten simgelerdi...
Beyazıt bir
merkezdi. Çevredeki anayollarda, ahşap taklar kuruluyor, üzerleri defne ve çam
dalları ile kaplanıyor, bayraklarla çiçeklerle donatılıyordu. Cumhuriyet
sevincini, sevgisini ifade için herkes bir yol arıyordu. Vatan düzeyinde
katılım ve coşku insanları sarmıştı.
Tabii, “Taksim Meydanı” da heykeli ile törenlerdeki
yerini alırken, o zamanki İstanbul nüfusuna göre yeterliydi.
Ben yedi,
kardeşim altı yaşındaydık. Anne ve babamız, bizim Beyazıt, Divanyolu
Sultanahmet arterindeki törenleri izlememizi uygun bulmuşlar. Sabah erkenden uyandık.
Giysilerimiz hazırdı. “Onuncu Yıl”ı kutlamağa gidiyorduk...
Biz artık
okulluyduk. Büyümüştük (!) ya...Kendimiz giyindik. Dışarı çıkıldı. Sokaklar
kalabalıktı. Babamın görevli olduğu, Divanyolu’ndaki binaya geldik. Pencere
önünde yerlerimizi aldık. “Onuncu Yıl” marşı çalınıyor, bando sesleri
duyuluyordu. dışardaysa heyecanlı kalabalığın uğultusu vardı. Sanki her şey
birden sustu! Ve bir şakırtı koptu:
Millet içtenlikle
ordusunu alkışlıyordu!..
Askeri Birlikler
görünmüştü. Tören alanımıza giriyordu.
Gençlik art arda
geliyordu.
Üniversiteliler,
Askeri Okullular, liseliler, kız, erkek, tüm sporcu, çağdaş, eğitimli,
kalkınmaya azimli kuşaklar...
Onları yetiştiren
Cumhuriyetin ve öğretmenlerinin eseri...”Onuncu Yıl”
Sanayi
kalkınmasını hedef alan sektörler etkinliklerinin alanlarını kamyon kasalarında
sergiledikleri hareketli gösterilerle tanıttılar. Gece fener olayları ve
Cumhuriyet Balosu...
Devamı ise
kitaplar, gazeteler, dergiler, radyo konferansları, tiyatro, sinema, sergi,
konser ve –cep telefonu, tv, internet olmadığı için- dostça sohbet edebilen,
gülebilen, çalışabilen en umutlu bir topluma dönüşme emelleri. Uygarca, kadın,
erkek sosyal hayatta eşitliğin sağlanması...
Bugünden geriye
bakınca, 80 yıl geri gidiyorum. Elbette o törenler çok basitti. Ama
kalkınıyorduk. İlerliyorduk. Dünya gözünde saygındık. Örnektik. Halkın alın terinin
gösteriş için sarf edilmesini isteyen de yoktu. Kutlama içten geliyordu. Has
idi. O günleri yaşadığım için mutluyum.
“10 Kasım 1938”
milletimiz için çok büyük bir acı ve dünya çapında bir kaybın tarihi oldu.
Atatürk’ün vefatının elemini yaşadık. Dünyadaki insanlar Birinci Cihan
Savaşı’nın dertlerinden ders almamış gibiydiler. Aile büyüklerimiz radyo
başında heyecanla haberleri dinlerken, biz çocuklar, yaklaşan ilkokulları
bitirme sınavlarının peşine düşmüştük. Doğrusu şu ki, işin önemini
anlamıyorduk. Pek de umursamıyorduk!
1939 da İkinci
Cihan Savaşı patladı!
Savaşın acılarını
yaşayarak bilenler, sevgili Atatürk’ün koyduğu “Yurtta ve Cihanda Barış”
ilkesinin önemini hiç göz ardı etmediler. İnönü’nün ve arkadaşlarının doğru
öngörüleri, askerimizin kudret ve cesaretiyle, ulusun beraberliği, yurdu kana bulanmaktan
korumuştu.
Tabii, korkular,
sıkıntılar, bazı yokluklar da oldu.
Bizim eğitim
hayatlarımızın yönü, bir ölçüde değişti fakat, vatanın özgürlüğü, bağımsızlığı
uğruna, kan pahasına kazanılan Cumhuriyetimizi ileriye dönük bakış açımızı elde
ettiğimiz laikliğimizi, uygarlığımızı yitirmek, eğitim sistemimizi, çoğulcu
yönetim tarzımızı, demokrasimizi başka yönlere çevirmek, kadın ve çocuk
haklarını kısıtlamak, yasalara uymamak, benim gibi 91 yaşından gün alan,
gözleri ancak %10 görebilen yaşlı bir kadın için, yüreğe saplanan kızgın bir
demir olur.
Ben Ekim ayını
severim. Toprağa ekersiniz. Büyür. Bereket getirir. Annem, ben ve kardeşim de
bu ayda doğduk. Anlamlı ve değerli Cumhuriyetimiz de bu ayda kuruldu. Gerçi
biraz hüzünlü, yağışlı, kışı anımsatan bir havası var, ama yurdumuzun serveti
olan ormanlara ilişilmezse o ağaçlar eşsiz güzellikte renk tonlarına bürünür,
senenin son şöleninden birini sunar.
Yarın 29 Ekim
2016.
Daha nice “29
Ekim”leri, benim de yaşadığım gibi, birlik beraberlik, huzur, sağlık ve
sevgiyle sürdürmeniz dileğiyle.
Nihal Erem
Akasya Sağlık
Merkezi
Maltepe, İstanbul
28 Ekim 2016
No comments:
Post a Comment