YALAN
Yalan söylemek fena bir alışkanlıktır. İlkokul okuma kitaplarında o konuyla
ilgili hikayeler vardı. (Yalancının evinin yandığını kimse inanmadığını)
okurduk. Değerli yazarımız ‘Ömer Seyfettin’in’ (Kaşağı) hikayesi: “Ben Gönen’de
doğdum” diye başlardı. Bir çocuğun söylediği yalan yüzünden çektiği azabı
anlatmakla biterdi.
Ahlak kuralları vicdana insanca ilişkilere, doğruluğa dayanır. İlkeler çok
önemliydi ki, gerçek suçlular için bile affedici bahaneler arardı. Ve “Belki
çok yoksuldu ya da çaresizdi.” Diye düşünülürdü ancak mahkeme kararından sonra
cezası verilirdi.
Toplum vicdanı genellikle hâkimi onaylardı. Yalan uluslarca ve kanunlar
bakımından, suç sayıldığına göre, bu alışkanlık fark edilirse önlemeye
çalışılmalı. Çocukları korkutmak ve ceza vermek yerine zararlarını anlatmak
daha iyi sonuç veriyor.
Yalanın sakıncaları öğretilmedikçe ‘İnsan sözü ‘nün’ güvencesi ve kıymeti
kalmıyor. Örneğin: Bulunmuş bir mücevherin veya çok ya da az paranın sahibine verilmesi
yahut polise teslim edilmesi hayret uyandırıyor. Kaybın sahibini aramak o kadar
kolay ve hoş olmayabilir. Çünkü bazı kimseler, bulana teşekkür etmeden önce
parayı sayacak kadar saygısız olabiliyorlar. Oysa güven önemli. Davranışlar,
sözler, yalanlar iz bırakıyor.
Şimdi ise (Söz Namustur) Ata sözü unutuldu gibi… Artık yalan,
dolandırıcılığın temeli olmuştur. Kandırmak için çeşitli yalanlar uyduruluyor.
Düzenler kuruluyor. Soygun yapılıyor. Bütün yalan kaynaklı eylemler namus
kavramı dışına itilemez. Aksi halde “Namusluyum” iddiası doğru olmaz. Namus
sadece cinsel, bedensel konularla sınırlanamaz. O her türlü “Ahlaki temizliği”
içeren yüksek kavramın değerini düşüremeyiz.
“Söz namustur” demek: Tüm maddi, manevi üstünlükleri kapsayan ve değeri
asla indirgenmeyecek sözün özü bir ifadedir.
No comments:
Post a Comment