50 YIL ÖNCE ULUDAĞ
İki Bin On Yedi
yılının bitmesine üç hafta kaldı. Ancak daha İstanbul’a kar yağmadı. Hatta dün
güneşli ılık bir ilkbahar havası iç açıyordu.
Oysa geçmiş
günlerde bu tarihlerde kış iyice bastırmış olurdu. Hadi (84) sene önceki
çocukluğuma, bahçede yapılan kardan adam anılarıma dönmeyelim, Onlar çok
gerilerde kaldı. Fakat yetmişli yılların kışlarında Uludağ’da kayak, okul
tatilleri için heyecanla beklenirdi.
45-50 yıl evvelki
Uludağ koşulları çok sadeydi. Bir otel ve teleferik ile karayolları araçlarının
bulunduğu binanın üst katındaki misafirhane vardı. Orası çalışan memurlara ve
ailelerine tatil yapmaları için ayrılmıştı. Kış tatili için evlerde aile arası önce konuşmalar başlardı
sonra isteklere sıra gelirdi. Onları hazır etmek anneye düşen bir görevdi.
Anne kayak yerine
uzun yürüyüşleri tercih ederdi. Yanına katılan arkadaşlarla birlikte doğanın
güzelliğini keşfetmek de yeteri kadar önemli ve etkiliydi.
Değerli arkadaş
ve dost, sayın Ülker Erginsoy ile yaptığım bir yürüyüşümüzün ömrümün unutulmaz
anılarından biri olarak aklımda durmaktadır. Tarih (1972-73) seneleri
olmalıydı.
Uludağ’da ve
misafirhanedeydik. Ülker, eşi kıymetli Türk Bilim Adamı Cavit Erginsoy’u
1969’da kaybetmişti. Kendisi ise İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Fakültesi
mezunuydu. Anadolu’da Türk İslam maden işçiliğinin gelişmesi inceliyor. 1978’de
yayınladığı kitabı için araştırmalar yapıyordu. Önemli bir işle uğraşıyordu.
Dinlenmeğe ihtiyaç vardı. O gün bir fırsattı. Her şey olağan üstüydü. Hava
açıktı. Gece kar yağmış sonra durmuştu. Sabah güneşi ise neşeli bir günü
müjdeleyen pırıltısıyla doğmuştu.
Hiç kimse içerde
durmak istemiyordu. Kahvaltısını bitiren kayağıma sarılıyordu. Biz de
anorakları giyip hazırlandık. Önce gidenlerin ayak izlerinin üstüne basmadan
ayrı yöne döndük. Puf gibi kabarık. Bembeyaz karda kendi botlarımızın izlerini
bırakmaya başladık. Sakin havada en ufak bir bulut veya sis yok. Çam dallarında
birikmiş karlar, güneş yükseldikçe yere dökülürken ışıklarla kamaşıyor.
Durmuyor, yürüyor ve yükseliyoruz. Sanki bizden önce bu yola ayak basan kimse
olmamış. Çamlar birbirine yaklaştıkça eriyen kar suları birer damla elmas gibi
aşağı dökülüyor. Işığı yeterince alamayan dallarda dönüp kalan su damlaları ise
yılbaşı ağaçlarını süsleyen kristal mumlara benziyorlar. Uludağ bayram ederken biz
tanık oluyoruz sonra durup geriye bakıyoruz. Oldukça yol almışız. Fark
etmemişiz. Biraz ilerde (Bakacak), nereye bakacağız? Daha ilerliyoruz.
Yürüyelim. İşte geldik, sağımıza bakıyoruz. Gökyüzü pırıl pırıl. O tarafta çamda
yok. Yaklaşıyoruz. Dik bir yamaç var.
Nefes kesen bir
görüntü!.. Aşağıda (Yeşil Bursa ovası serilmiş yatıyor!..)
Dönüşe geçiyoruz.
Güneş daha yükselmiş, ısınıyor, pırıldatıyor, netleştiriyor. Dönüş yolu kısa
güne bembeyaz karların arasına avuç avuç mücevherler serpmiş övünüyor. Çok haklı…
Açıkmışız,
kayakçılar da mutlu olarak dönüyorlar. Sofra ve sıcak yemek bizi bekliyor.
O günü hatırlıyorum. Biz de Kuşaklıkaya'da kaymayı seçmiştik. Muhteşem bir Uludağ havasıydı. Yürüyüş sonrası senin ve Ülker Hanım'ın yüzündeki mutluluğu unutamam. Bana güneşin ışıklarını elmas tanesi gibi yansıtan taze kar yüzeyleri anlatıyordunuz. Yanaklarınız pembe pembe olmuştu. Sağlık fışkırıyordu. Faruk Sile
ReplyDeleteNe güzel günlerdi.Değişen insan profiliyle birlikte Uludağ'da değişti,bambaşka bir havaya büründü.Ülkenin her yerine yazık edildiği gibi Uludağ'a da yazık edildi.Bize yalnızca güzel anılar kaldı.Kaleminize,yüreğinize sağlık Nihal teyze.Sevgiler,hürmetler.Sema Varan Dinç
ReplyDeleteAh anneciğim, tahta kayaklar, ve yağlı deri kayak ayakkabıları ile kaydığımız o günler... Sen yalnızca bir kere denemiştin. Sonra kaymaktansa yürümeyi tercih ettin hep.
ReplyDelete