Thursday, December 28, 2017



50 YIL ÖNCE ULUDAĞ


İki Bin On Yedi yılının bitmesine üç hafta kaldı. Ancak daha İstanbul’a kar yağmadı. Hatta dün güneşli ılık bir ilkbahar havası iç açıyordu.

Oysa geçmiş günlerde bu tarihlerde kış iyice bastırmış olurdu. Hadi (84) sene önceki çocukluğuma, bahçede yapılan kardan adam anılarıma dönmeyelim, Onlar çok gerilerde kaldı. Fakat yetmişli yılların kışlarında Uludağ’da kayak, okul tatilleri için heyecanla beklenirdi.

45-50 yıl evvelki Uludağ koşulları çok sadeydi. Bir otel ve teleferik ile karayolları araçlarının bulunduğu binanın üst katındaki misafirhane vardı. Orası çalışan memurlara ve ailelerine tatil yapmaları için ayrılmıştı.  Kış tatili için evlerde aile arası önce konuşmalar başlardı sonra isteklere sıra gelirdi. Onları hazır etmek anneye düşen bir görevdi.

Anne kayak yerine uzun yürüyüşleri tercih ederdi. Yanına katılan arkadaşlarla birlikte doğanın güzelliğini keşfetmek de yeteri kadar önemli ve etkiliydi.

Değerli arkadaş ve dost, sayın Ülker Erginsoy ile yaptığım bir yürüyüşümüzün ömrümün unutulmaz anılarından biri olarak aklımda durmaktadır. Tarih (1972-73) seneleri olmalıydı.

Uludağ’da ve misafirhanedeydik. Ülker, eşi kıymetli Türk Bilim Adamı Cavit Erginsoy’u 1969’da kaybetmişti. Kendisi ise İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Fakültesi mezunuydu. Anadolu’da Türk İslam maden işçiliğinin gelişmesi inceliyor. 1978’de yayınladığı kitabı için araştırmalar yapıyordu. Önemli bir işle uğraşıyordu. Dinlenmeğe ihtiyaç vardı. O gün bir fırsattı. Her şey olağan üstüydü. Hava açıktı. Gece kar yağmış sonra durmuştu. Sabah güneşi ise neşeli bir günü müjdeleyen pırıltısıyla doğmuştu.

Hiç kimse içerde durmak istemiyordu. Kahvaltısını bitiren kayağıma sarılıyordu. Biz de anorakları giyip hazırlandık. Önce gidenlerin ayak izlerinin üstüne basmadan ayrı yöne döndük. Puf gibi kabarık. Bembeyaz karda kendi botlarımızın izlerini bırakmaya başladık. Sakin havada en ufak bir bulut veya sis yok. Çam dallarında birikmiş karlar, güneş yükseldikçe yere dökülürken ışıklarla kamaşıyor. Durmuyor, yürüyor ve yükseliyoruz. Sanki bizden önce bu yola ayak basan kimse olmamış. Çamlar birbirine yaklaştıkça eriyen kar suları birer damla elmas gibi aşağı dökülüyor. Işığı yeterince alamayan dallarda dönüp kalan su damlaları ise yılbaşı ağaçlarını süsleyen kristal mumlara benziyorlar. Uludağ bayram ederken biz tanık oluyoruz sonra durup geriye bakıyoruz. Oldukça yol almışız. Fark etmemişiz. Biraz ilerde (Bakacak), nereye bakacağız? Daha ilerliyoruz. Yürüyelim. İşte geldik, sağımıza bakıyoruz. Gökyüzü pırıl pırıl. O tarafta çamda yok. Yaklaşıyoruz. Dik bir yamaç var.

Nefes kesen bir görüntü!.. Aşağıda (Yeşil Bursa ovası serilmiş yatıyor!..)

Dönüşe geçiyoruz. Güneş daha yükselmiş, ısınıyor, pırıldatıyor, netleştiriyor. Dönüş yolu kısa güne bembeyaz karların arasına avuç avuç mücevherler serpmiş övünüyor. Çok haklı…

Açıkmışız, kayakçılar da mutlu olarak dönüyorlar. Sofra ve sıcak yemek bizi bekliyor.

Bu anı 50 yıl önceye aitti. Şimdi nasıl bilmiyorum.

3 comments:

  1. O günü hatırlıyorum. Biz de Kuşaklıkaya'da kaymayı seçmiştik. Muhteşem bir Uludağ havasıydı. Yürüyüş sonrası senin ve Ülker Hanım'ın yüzündeki mutluluğu unutamam. Bana güneşin ışıklarını elmas tanesi gibi yansıtan taze kar yüzeyleri anlatıyordunuz. Yanaklarınız pembe pembe olmuştu. Sağlık fışkırıyordu. Faruk Sile

    ReplyDelete
  2. Ne güzel günlerdi.Değişen insan profiliyle birlikte Uludağ'da değişti,bambaşka bir havaya büründü.Ülkenin her yerine yazık edildiği gibi Uludağ'a da yazık edildi.Bize yalnızca güzel anılar kaldı.Kaleminize,yüreğinize sağlık Nihal teyze.Sevgiler,hürmetler.Sema Varan Dinç

    ReplyDelete
  3. Ah anneciğim, tahta kayaklar, ve yağlı deri kayak ayakkabıları ile kaydığımız o günler... Sen yalnızca bir kere denemiştin. Sonra kaymaktansa yürümeyi tercih ettin hep.

    ReplyDelete