LALELİ’DEKİ EVİMİZDE YAŞAM
Laleli’deki
evimiz bizi bekliyordu. O yedi
yılda millet olarak gerek sosyal, gerekse siyasal olaylara tanık olduk.
Günlük hayatta vaktimizin çoğu okula ve derslere ayrılmıştı. Sabahları,
Ayaspaşa’ da oturan sevgili arkadaşım Lüsi Çuhacıyan’la buluşuyor, okula
yürüyerek gidip dönüyorduk. Yeni bir dil öğreniyorduk. Bazen geç saatte, odada
tek başıma ders çalışırdım. Bir kere, garip bir sezgiyle başımı kaldırdığımı
anımsıyorum. Evet! Yanılmamıştım. İki küçük yuvarlak, parlak göz panjurları
saran dallar arasından bana bakıyordu. Doğrusu ürkmüştüm. Herhalde o da korktu
ki bir anda kayboldu. O bir gelincikti. Ama şaşmamalıydım. Modern kent ortamı
ne kadar farklı sanılsa da, doğal yasalardan bağımsız değildi. Ve o bağlantıyı
gönüllü sürdürenlerin varlığı insanları robotlaşmaktan koruyor. Ara sıra da bir
tavus kuşunun özgün çığlığı oldukça yakından duyulurdu. Onu kim, nasıl
beslerdi?
Ama akşamları
yerel giysileriyle sahneye çıkan ünlü türkücü Zehra Bilir’in sesinin nereden
yansıdığı bilinirdi. Kristal Gazinosu.
Savaş koşulları,
yokluklar, çeşitli sosyal gruplar oluşturdu. Anadolu’dan göçen yoksul
gecekonducular çabuk zengin olmuş, açıkgöz istifçiler, günden güne zora düşen
orta sınıf İstanbullu memurlar ve esnaf!
Gerçi T.L.’nin
piyasa gücü düşürülmedi. İki buçuk lira bir değerdi. Lüsi ile yolda düşürülmüş
olan iki buçuk lirayı görüp de, ‘Joli matmazel!’ diye peşimize takılan zavallı
zenci kadına verdiğimizde sevinmişti. Biz de ortaklaşa alınmış piyango biletine
10 T.L çıkınca neye sarf edelim diye düşünmüştük.
Fakat, yaklaşan
savaş tehlikesine karşı orduyu ayakta tutan hükümetin zorda kalışını biraz
olsun paylaşmak için halktan beklenen ‘ Varlık Vergisi’ çıkarılmıştı.
Ne yazık ki, kısa
sürede amacından saptırılarak rezalete dönüştürülen, haksızlıkların dostlukları
yıktığına, sevgileri söndürmesine tanık olduk. 1942’de yaşadığımız o berbat
uygulama döneminin utancı var. Okul arkadaşlarımın çoğu özellikle sevgili Lüsi
ve ailesinin babalarının Aşkale’ye gönderilmesiyle duydukları eleme şahit olmam
unutamadığım derin bir acı ve ulusumuz adına sürülmüş bir yüz karasıdır. Tarih
bu gibi olayları affetmiyor. Ancak hayat durmuyor.
Savaşlar,
katılsalar katılmasalar da dünya ülkelerini ve ulusları etkiliyor.
1944 senesi
gibiydi. Alman hükümeti ile ilişki kesildi. Alman Lisesi kapandı. Benim bir,
kardeşimin beş senelik Alman Okulu’ndaki eğitimimiz yön değiştirdi. 1945 - 46 senelerinde Türk Liseleri’ndeydik.
O dönemlerde
Şişli ve Mecidiyeköy kırlık alanlardı. Şişli’de Bulgar Hastanesi’nin yanındaki
sahaya yapılan yüksek binaların, köprülerin, yoğun trafiğin yer alacağı akla
gelmiyordu. Mecidiyeköy likör fabrikasından sonra dut ağaçlarının çok yetiştiği
bir sınır gibiydi. İyi havalarda ailece tramvayla son durak olan Mecidiyeköy’de
iner, tepeleri, bayırları aşıp yürüyerek Ortaköy’e gelirdik.
Özellikle ılık
ilkbahar günlerinde çiçeklerle donanmış yokuşta deniz gören bir yer seçip mola
verirdik. O zaman teyzem çantasını açar, her birimizin isteğine göre aldığı
muzlu , çilekli, limonlu, vanilyalı, nane aromalı krema ile tatlandırılmış
çikolata paketlerini dağıtırdı.
O vakit
tramvaylarda aktarmalı bilet sistemi başlatılmıştı. Ortaköy’de bindiğimiz
tramvayın biletleriyle Karaköy’e gelir, aynı biletleri gösterip Taksim’den
geçen başka birine binerdik.
Fakat o çağın
İstanbul’u bugünle kıyas edilemez...Aradan 70 - 75 yıl geçti.
Bakıyorum. Ne çok
‘köy’ ve ‘yokuş’ ismi geçiyor. Demek eski bir geçmişte Karaköy de şehirden ayrı
bir yerleşim semtiymiş!
No comments:
Post a Comment