TAKSİM
İstanbul’un her zaman önemli olan merkezlerinden biri...
TAKSİM
Zaferden sonra, bir ulusun minnet ve saygısının simgesi
olarak kısıtlı imkanlarla yaptırabildiği Atatürk Anıtı için Taksim uygun
görülmüş.
Ancak o alan gelişmekte olan kente yetmemekte!
Genişletilecek. Bu iş için, Taksim, Harbiye ve Sıraselviler, Ayaspaşa yönlerini
birleştiren Mete Caddesi arasında kalan bölge seçilmiş. Harbiye tarafındaki
dikdörtgen saha, şimdi çok değerli
‘Gezi Parkı’mız. Ağaçlandırılmaya başlanıyor. Gezi Parkı’nın
Harbiye Caddesi’ne sınır olduğu yolda bir dizi tek katlı dükkan yer alıyor.
Mete Caddesi’ni Anıt’a ulaştıran dikdörtgen ise, ferah bir meydan konumunda
olacak. Park ile oluşan kat farkı geniş bir merdivenin yayvan basamaklarıyla
giderilecek. Uygulama başlıyor. Merdivenlerle Gezi arasına bir de heykel
konması düşünülüp, kaidesi yapılıyor. Ancak milletin Atatürk Anıtı’na
gösterdiği saygı nedeni ve karşı koyuş sonucu
o proje hiçbir zaman yapılmadı. Toplumun tepkisi anlamlıydı.
Yok sayılmadı. Kabul gördü.
Böylece: Bir yıldızın merkezi olan Atatürk Anıtı, Tünel’e,
Cihangir’e, Ayaspaşa’ya, Harbiye’ye ve Talimhane’ye giden caddelerin odak
noktasıdır.
Tek’tir.
Eski dönemde İstanbul’da Vilayet ve Belediye yönetimi birdi.
Cumhuriyetimizin hedefi olarak şehrin yabancı şirketlere
bağlı işletmeleri millileştiriliyordu. Elektrik, tramvay, tünel şirketleri de ‘İETT’
olarak Belediye’ye geçmişti. Şirketin Mete Caddesi’nin arka taraflarında bir
‘Muhavile merkezi’
bir santrali ve yabancı direktöre ayrılmış bir lojmanı varmış.
Meydan açılınca hepsi birden bire öne çıkmışlar.
1938 tedirgin bir yıldı. 1939’da İkinci Cihan Savaşı
patladı. 1939 - 40 döneminde ben
İngiliz, kardeşim de Alman Okulu’na başladık. Bizim bugün garipsenen fakat
geleneksel kurulu düzen bir hayatımız vardı. Çocuk, büyük ve aile bireyi
sayılan yatılı yardımcılarla on kişiydik. Laleli’de babamın yaptırdığı modern,
kaloriferli, konforlu, dört katlı ve bahçeli evimizde yaşıyorduk. 1939 - 40 dönemine kadar evimizde kaldık. Babam
1938’de İETT’ye, Genel Müdür olarak atanmıştı. Zorlu bir dönemdi. Her olasılığa
karşı evimizi boş bekleterek, lojmana taşındık.
Şimdiki terk
edilmiş Atatürk Kültür Merkezinin tam olduğu yere denk geliyordu lojman. Bir
zamanlar söylenen aryaların, komşuların balkonlarından dinlendiği Atatürk Kültür
Merkezi’nin yerinde tam Taksim Meydanına cepheli bu binada yaşamaya başladık.
Oradaki tesisler
önemliydi. Dört katlı bir binaydı. Ön yüzünde, ortadaki kapının iki yanında,
dışarı çıkıntılı olan, 70 - 80 santim yükseklikteki duvarlarla bina arasındaki
boşluk toprakla doldurulmuştu. Sanki iki uzun, derin, büyük saksıydılar. Onlara
birer mor salkım ağacı dikilmişti, dalları yaprakları evin yüzünü sarmıştı.
Baharda mor çiçekler bütün yüzeyi süsler, çevre mis gibi kokardı.
Sokaktan içeri
girince sağdaki odada dört görevli nöbetleşe birinci kattaki işlevsel bölümü
korurlardı. Tam karşıdaki asansör lojmana aitti. Sağdaki büyük merdiven de en
üst kata kadar çıkardı. Lojmanın kapısından antreye girilirdi. Ön yüze iç içe
iki salonla onlara bitişik oturma odası bulunuyordu. Salonların karşısında
arkadaki büyük bahçeye bakan yemek salonu yer almıştı. Aynı sırada olan kiler
ve mutfak odanın tam karşısındaydı. İkisinin arasında yukarı çıkan küçük bir
merdiven vardı. Ön yüzde yatak odaları sıralanmıştı. Banyo mutfağın üstündeydi.
Yemek odasının üstü camekanla kapanmış bir kış bahçesi gibiydi. Boğaz görünürdü.
Orada da camekanın önünde yerde duvarla sınırlanmış içi toprak dolu upuzun bir
çiçeklik yapılmıştı. O yönüyle biraz da seraya benzerdi. Renk renk sardunyalar,
begonyalar, bodur güller canlılık katardı. Banyonun duvarı ise begonvil ile
sarılmış, görünmez olmuştu. Babam çiçekleri çok severdi. Fırsat buldukça
ilgilenir ve Laleli’deki bahçemizde güllere aşılar yapardı...
Sanırım 1940
yılı, Cumhuriyet Bayramı törenlerini seyreden bazı kişiler yüksek çiçekliklere
çıkmış ve özenle bakılan bitkileri ezmişlerdi. 1941 de ise, önlem alındı,
çiçekliklerin üstü kalın kalaslarla kapatıldı ve iki platform oluşturuldu. Bir
taşla iki kuş vuruldu. Şanslı seyirciler mutlu oldular.
Doğru bir
siyasetle Türkiye savaşa girmedi. Fakat korkulu ve zor günler
geçiriyorduk. Dış
bakışla her şey iyi gözükse de gerçekte sorunlar vardı. Yokluk çekiliyordu.
Kazancı Yokuşu’nun başındaki Ankara Pazarı şimdiki marketlerin ilk ve basit örneğiydi.
Gıda maddeleri satışına yönelmişti. Ekmek karne ile veriliyordu. Tahta kutu
içinde satılan ‘Bulama’ ezilmiş fındık üzüm pekmez karışımıydı. Sümer Bank
fabrikalarında az üretilen basma, pazen, patiska acayip isimlerle karneye
bağlıydı. Şansa ne çıkarsa o alınıyordu. Ayakkabılara pençe yapılıyor, çorap
delinince örülüyor, kaçan iplik çektiriliyordu. Üretim orduya kaydırılmıştı.
İETT’nin malzeme sorunu gitgide artıyor, gazeteler şikayetlerle doluyordu.
Babam istifa
etti. Sayın Vali Lütfi Kırdar kabul etmedi.
Çileli görevine
üniversiteler yasası çıkıncaya kadar 7 yıl devam etti. Sonra bütün ömrünce emek
verdiği eğitim alanını seçti. İstanbul Teknik Üniversitesi İTÜ’de 45 yıl
aralıksız verdiği derslerine döndü.
No comments:
Post a Comment